4.02.2019

Kuşoğlu Yokuşu Sokak

Sigaradan derin bir fırt alıp karşımda duran televizyonun hemen arkasındaki duvara kaldırdım bakışlarımı. Kafam beton gibi olmuştu. Kum, çimento, su, biraz da kimyasal= Beton. 


"Ben mesela bu senin salonunda hiç seks yapıldığını zannetmiyorum. İnan çok farklı şekillerde de düşündüm salonunu. Minimalist döşedim, avangart döşedim, Nordik döşedim. Ama hiçbir ihtimalde burada seks yapıldığını düşünemedim. Ki hayal gücüm kuvvetlidir. Bilim kurgu falan ooo, severim yani." dedim.

Image result for ilk türk robot

Hemen sağ tarafımda duran kitaplığa döndüm ve rafta duran R2-D2 biblosunu parmağımla işaret ederek "Bak mesela şu robot Star Wars'taki robot değil mi? Hah aynen o ya. Samimi konuşayım ben Star Wars'u üniversitede izledim. Ama izlemeden önce bu robotun aynısını düşünmüştüm. Bir profesör var hani robot yapın falan diyor twitterda. Onun götüne koyayım ben, robotu orta ikiden beri sayıklıyorum lan ben. Neyse dağıtmayayım konuyu, bu R2-D2'dan önce de demiştim ben hani böyle tamir işlerine bakan, bir yandan da sahibine dost olacak bir robot olsa ne güzel olur diye. Adı da Yaren olur demiştim. Yani var, benim hayal gücüm de var. Ayrıca içerideki yatak odasında seks düşündüm, düşünebildim. Orada yapılmıştır mesela. Kapkalın yorgan altında, x kişiden oluşan aileyi x+1'e yükseltmek için bir seks kesin yapılmıştır yatak odanda. Ama oradan hızını alamayıp mutfağa, banyoya, salona taşan olmamıştır. Veya burada salonunda ateşlenip coşan, içeriye koşan bir birleşme yaşandığına ihtimal veremiyorum. Ya ben burada gömlek düğmesi patlatıldığını düşünemiyorum. Seks burada yatılı misafir olsun diye aşçı önlüğü bile koydum mutfağına. Ama salaklık bende, aydınlığa bakan mutfakta seks çekmiyor ki. Bir diş çekse ben ona bile hazırım, tamamım. Ama yok, yok oğlu yok!"

Image result for akrobat yorgancı

Son cümlemi bitirirken fazla yükseldim. O kadar yükseldim ki Çetin Tekindor gibi elimle kolumla oynadım isyanı. Sigaranın külü uzamış gitmiş, silkmeyi unutmuşum. Eli kolu fazla oynatınca o da koltuğa döküldü. Canım sıkıldı.

"Ya bak anasını siktim koltuğun da. Canım Kardeşim'de ağzında sigarayla uyuyan Sıtkı Akçatepe gibi seni yakıp, kendim de zehirlenip ölücem burada. Bunları sana anlatıyorum çünkü seninle benim ikinci ayımız bitti ve hayatımın hiçbir döneminde kendimi seksten bu kadar uzak kalmış hatırlamıyorum. Şap yemiş gibiyim. Kendime bile dokunasım gelmiyor. Mapusum oldun benim.

Belki de sana kızmakta haksızım. Belki de sen duygusal ilişkiler için tasarlanmış bir yer hiç olmadın ve yine belki de sen TV8 evisin. Sen yıl boyu TV8, ramazan ayında da TRT1 izlenecek evsin. Sen Spotify'ı istemeyen, sen Netflix'i kötüleyen, sen karasal yayın-çay-"üremek gerekiyorsa gidelim içerde üremeye çalışalım" evisin. Ben... Bense bu en verimli çağımda en kıymetli vaktimi işten çıkıp, sana gelip bu salonda, şu 20 liralık ikea sehpasında boncuktan kuş yapmak, mektup beklemek, radyo dinlemek, balkonuna çıkıp volta atarak geçirmek istemiyorum.

Ev! Ben ayrılmak istiyorum." dedim ve göz yaşlarımı tutamadım. Tiyatrodan zerre hazzetmememe rağmen başarılı bir tiyatral performans sergilemiştim evime karşı. Bir şeyi güzel yaptığım anda gaza gelip coşan bir yapıya sahip olduğumdan anahtar, ayakkabı, mont, cüzdan, kısaca hiçbir elzem eşyayı yanıma almadan dışarı çıkmıştım. Bir tek telefonum cebimdeydi. Hızlıca gönül ilişkilerimi düşündüm ve kendimi müspet sonuca en yakın gördüğüm kişiyi Esra'yı aradım.

'Esra!' dedim. 'Efendim?' dedi ürkek ceylanım. 'Balım rica ediyorum bırak yahu bu ataerkil seslenmeleri, ben bir ilişkide tarafların eşit olduğuna inanıyorum. Beni efendin olarak çağırmana gerek yok. Yapma.' dedim. 'Ne diyorsun sen ya gece gece?' dedi. 'Esra...' dedim bir kez daha ve ekledim: '...Terliklerimle gelsem sana, sonunda aşkı bulmuş gibi.' dedim. Önce bir sessizlik oldu, şoka girdi ve heyecandan nutku tutuldu diye düşündüm. Evin o uğursuzluğu, apartmanı terk ettiğin anda çekmiyordu resmen. Hadi be güzelim diyordum içimden de, gel diyeceksin ve bitecek.

Can kulağıyla Esramdan gelecek o tek heceli komutu beklerken telefonun diğer ucundaki ses görece daha kalın ve sinirli bir sese bıraktı yerini. 'Lan orospu çocuğu bu kızı bir daha rahatsız edersen senin yedi sülaleni siker öldürürüm. Aramayacaksın lan bu kızı bi daha.' dedi adının Ender ve kendisinin de Esra'nın sevgilisi olduğunu iddia eden kişi. Derhal telefonu kapadım, gece gece gerginliğe hiç gerek yoktu. Hava da soğumuştu. Posta kutumda da hep bir yedek anahtarım olurdu zaten.


Edit: İki soundtrack yeterli bu yazıya.


29.09.2018

Oksijene Türkü

Salondaki koltukta, evde tek başıma olmanın verdiği yer fazlalığını da fırsat bilerek ayaklarımı uzatmış oturuyordum. Salon penceresinin sunduğu manzaranın oturduğum yerden görebildiğim kadarıyla yetiniyordum o an için. Mutlu da, mutsuz da değildim. İçimde fırtınalar da kopmuyordu. Üzerinde yayıldığım koltukla aramda fark yoktu o andan aldığımız keyif açısından. Omurilik soğanım sağ olsun nefes alıp veriyordum belirli aralıklarla, istem dışı. Koltuğun omurilik soğanı yoktu.

Sokaktan gelen çocuk sesleri doldu odaya sonra. 23 derece sıcaklıktaki morgda yankılanıyordu sesler. Odaya canlı bir şey girmişti saatler sonra ilk defa. Ayağa kalkıp sakince pencereye doğru yürüdüm. Bisiklete binen bir çocuk, durup sadece şımarıkça bağıran iki çocuk ve futbol topuyla birbirlerinin etlerini kızartmaya çalışan iki çocuk daha.

Pencerede dikilmiş onlara doğru sert bakışlar atan uzun saçlı, bıyıklı, zayıf adamı görmelerini umarak çocukların bulunduğu yere doğru bakmaya devam ettim. Fark etmediler. Bir sigara yaktım. Savaşa girmiştim hiç hesapta yokken. Arada emmi gibi öksüre öksüre, bazen de sesler çıkararak içmeye devam ettim sigaramı. Dönüp da bakmadılar bile. Sigara bitmişti ve koltuk beni bekliyordu. Mezarlıkta ses çıkarılmaz ya hani, çıt çıkmasın istiyordum mezarlığımın etrafında.

Koltuğa dönmeden önce son olarak taze öğrendiğim Fransızcamla evde hasta olduğunu söyledim ve sessiz olmalarını rica ettim. Hemen sustular. Tipimle alay etmelerini beklerdim. Çıkardıkları sesleri iki katına çıkarmalarını beklerdim. Zira ben ömrüm boyu böyle çocuklarla yaşadım. Olaysız dağıldı bu bebeler.

Hiç beklemediğim, hazırlıksız olduğum, kendimi Euro 92'nin Danimarka'sı gibi gördüğüm bu savaşı kazanmış mezarıma dönüyordum. Koltuğa, kalkmadan önceki pozisyonu alarak oturdum yine. Saate baktım. "Çok geç olmuş. Ama yarın kesin yaşamaya başlıyorum." dedim. Koltuk, televizyon, yerdeki fayanslar, yatağımdaki çarşaf... Elimin değdiği ne varsa yarın yaşamaya başlayacaklardı. Çünkü ben ağzımdan ne söz çıksa yapardım. Çok geç olmadan...

Edit: Geri dönüş gerçekleşti. Lüksemburg'da geçen 1,5 yıllık zaman diliminde elimden dökülen ilk yazı. Kaç kişi kaldıysa artık uzun yazı okuyan, onlar için döndü. Kimse okumasa da akıl sağlığım için döndüm, yazmağa geldim. Canım bloguma saygımla geldim.
Bu yazının soundtrack'leri:




3.03.2017

Doğum Günleri

Fazla konuşmam genelde. Suskunluğum onu sıkmış olacak ki masanın altında duran çantasına elini atıp çantanın içini karıştırmaya başladı. 'Kadınlarımızın güzide silahlarından biri olan biber gazını ver eder mi yüzüme acaba sırf tipimi beğenmedi diye?' düşüncesi de içten içe beni korkutmaya başlamıştı. Yalan söylemiş olmayayım ama yaklaşık 3-4 dakika çantasını karıştırdıktan sonra elini çantadan çıkarırken ben istem dışı 'Laan!' diye tepki verip oturmakta olduğum iskemleden inerek yere çömeldim. 'Ya abla valla ben seni süzüyordum sadece. Bizim oralarda adettir, bir insan ufuk çizgisinde kaybolana kadar süzülür, incelenir. Ben de simli ayakkabına, kaktüslü kolyene, kulağının üstündeki değişik güzel kıvrıma, saçını toplayış şekline, tırnaklarının biçimine falan dalmışım. Süzüyordum seni sadece ama Allah belamı versin kötü bir niyetim yoktu. Kütüğüm süzdürdü seni abla. Vurma!' diyerek yüzümü gözümü korumaya çalıştım.

Elinde biber gazı yoktu. Lazer tabancası veya aşşşırı şekerli parfüm de yoktu. Elinde yalnızca iki adet mum vardı. "Korkma!" diyerek bana doğru uzattı sarı ve kırmızı renkte mumları. Kadınlarla futbol konuşmayı sevmediğimden mumların renklerinin çağrıştırdığı takım versus benim tuttuğum takım konulu herhangi bir sohbet açma girişiminde bulunmadım. Henüz o günlerde Elazığlı olduğunu bilmediğim için 'Napayım mumu? Çayda çırayla mı sınıyorsun erkeği ilk buluşmanda? Gehgehgeh' diye bir espri de yapmadım. (Şimdi olsa yaparım, o gün yapamadım. Keşke insanlar tanışırken direkt kütüklerini söyleseler birbirlerine de et mi balık mı anlasa insanlar birbirlerini. Örneğin:
- Merhaba. Adım Demirbey. Kilisliyim. Kilis'i meşhur kılan şeyler: Kaçak ürünler, Atatürk'ü bile hayran bırakan bir uyanıklık ve Athena Gökhan. 1987 yılının 3 Mart'ında doğdum. En sevdiğim grup Mezdeke. En sevdiğim yemek küçükbaş hayvanlar.
-Merhaba. Benim adım da Beste. Yozgatlıyım. Yozgat'ı meşhur kılan şeyler: Atatürk'ün şehre olan nefreti ve yobazlık. 1989'un Ocak ayında doğdum. En sevdiğim şarkıcı Gökhan Özen. En sevdiğim yemek Kinoalı bir şeyler.) 

Ben şoktan uzattığı mumları uzanıp da almayınca "Doğum günün kutlu olsun." diyerek mumları masanın üstünde duran sakızlı keke sapladı. Çiçekli zipposuyla mumları yandırdı ve "Üfle." dedi. Kötü bir telefon şakasının içindeymişim gibi hissetsem de bıyıklarımı elimle kaldırıp, koca koca dudaklarımla üfledim mumlara. "Ooooooh taşşşşşaklarım serinledi." demedi. "İyi ki doğmuşsun." dedi. Mahçup oldum. Çıkardı bir de defter verdi, üzerinde "This is an idea." yazan. Aklıma gelen hikaye fikirlerini bu deftere yazarmışım. O da okurmuş. Öyle dedi. 11 Nisan'da hediye aldım durduk yere. 3 Mart'ta hediye almaktan daha güzel bir şey varsa, o da 3 Mart'tan başka bir günde hediye almaktır.

Doğum günü 4 Mart'tı. Fakat ben bir şey almamıştım onun için. Önce elim boş götüm yaş geldiğim için biraz kötü hissettim ve utandım. Sonra 'Ulan kapısının önünden arabayla aldım, kapısının önüne de bırakıyorum. Mis gibi hediye işte. Çok ince bir düşünce.' diye kendimi bir ayılığa inandırarak ruhumu hafiflettim.

Başlangıç tamamen böyle oldu. Sonra bir çok şey daha oldu ve evlendik. Her şey oldu, fakat evleneli bir sene olmadı henüz. Yazmaya motivasyonumu kaybettiğim son dönemlerde bir şekilde onun doğum günü vesile oldu, yazdım yine uzun bir aradan sonra. O olan bir çok şeyleri de başka yazılarda anlatırım artık. İyi ki doğmuş Miraç Rüzgar Güçdemir.



Edit: Yazının soundtrackleri de özel şarkılar olsun.






18.11.2016

So Tell the Girls That I am Back in Town

Karşımda oturmuş gözleri kısık bir halde ellerini ovuşturuyordu. Sıcacık çayın gelmesini fırsat bilerek yaktığım sigaramdan bir fırt alıp "Ne yapacaksın?" dedim. "Neyi ne yapacağım?" diye her yalancı, her plancı, kumpasçı, pis insan gibi sorduğum sorudan soruyla kaçmaya, gerçekleri benden gizlemeye çalıştı.
Sandalyede iyice arkama yaslanıp, ellerimi masanın üstüne şap diye vurdum, "İstediğini yap Bernacığım. Ben önlemimi aldım. Ben, yılan bakışının farkına vardım ve şeytani planlarına karşı uyanığım şu dakikadan sonra." dedim. Neden bahsettiğimi anlamadığını söyledi. Mekanın omzuna tahsis ettiği şalı yanındaki sandalyeye fırlatıp masanın üstünde duran cep telefonunu ve cüzdanını çantasına koydu. Kalkmaya hazırlandığı sırada "Yaşıtlarım evlendi gitti, ben hala ruh hastalarıyla buluşuyorum." diye söylendi.
Demek ruh hastalarıyla buluşmak için şu anda masadan kalkıp beni tek başıma bu çaya 5 kahveye 15 lira alan mekanda yalnız bırakacaktı. "Örgütüne de, partisine de, kolektifine de, dayanışmasına da lanet gitsin." dedim ve ptüüüüf diye yere tükürdüm.

Ayağımın dibinde kedi varmış. Kedi ani çıkışım ve ağzımla çıkardığım yere tükürme efektimden korkarak Berna'nın bacağına saldırdı. Kedinin tırnakları uzun olsa gerek, sakinleşip kızcağızın bacağından ayrıldığında Berna'nın giydiği, o vücut hatlarını olanca güzelliğiyle ortaya çıkaran, insanı türlü rüyalara daldıran kaskatı, dapdar kot pantolon sosyetik güzellerin üzerinde görmeye alıştığımız, 'Sen ben giyemeyiz bunu sokakta, millet döner döner bakar. Ama ünlü olunca giyiliyor.' diye anamızla, eltimizle dedikodusunu yaptığımız aşşırı yırtık kota dönüşmüştü.

Bacakları kan revan içinde, gözlerini gözlerime dikti ve "Allah belanı versin!" diye bağırdı. "Bela okuma hayvana. Bilerek yapmamıştır. Tamam bu canlıya nankör falan gibi yakıştırmalar yapılıyor ama yine de bela okumak oldukça yanlış bir şey bence." diye kendisini sakinleştirmeye çalıştım. Sakinleşmedi ve gitti.

Berna'nın ruh hastaları örgütü ile toplantıya yetişme maksatlı acil kalkışının ardından 'Burada çaya 50 x lira vereceğime, evde içerim bu çayımı; hem ortam sıcacık, hem de bu çay keyfimi yalnızca x lira giderle gerçekleştirmiş olur, tasarruf yaparım.' diye düşündüğüm için mekanın içindeki salonda dikilen garsona hesabı getirmesini istediğimi işaret diliyle anlattım. Anladı. Hay hay manasında kafasını salladı ve kasaya doğru gitti.

Garson dışarı ahşap, mini bir sandıkla birlikte geldi. Sandığı açtığımda bir de ne göreyim a dostlar? Hesap. Derhal hesabı ödemek için gerekli meblağı cüzdanımdan çıkardım. Bu sırada başımda duran garson ellerini ovuşturuyordu. Cüzdanı tam açacağım sırada duramadım ve "Ne sinsilik peşindesin arkadaşım sen. Oh oh çaya 5 lira veren keriz parası diye mi seviniyorsun ellerini ovuştura ovuştura. Git sinsiliğini benim görmediğim yerde yap." diye bağırdım garsona. Garson da "Abi ellerimi sinsilikten değil, soğuktan üşüdüğüm için ovuşturuyorum." dedi.
O an aklıma Berna ve elleri geldi, ellerini ovuşturuşu. Sinsi sinsi... Aslında sinsi sinsi değil ama öyle gözüken el ovuşturuşu... Meğer sadece ellerini ısıtmaya çalışıyormuş. Sonra kanlı bacakları geldi,  silkinip kanlı bacaklarını sildim kafamdan ve Berna ile dapdar kotu geldi aklıma. Yalnızca kot ve Berna. Garsona dönüp "Potansiyel yenge adayına, talihsiz bir yanlış anlaşılma sonucu yersiz çıkışmış olabilirim arkadaşım. Ve bunu, şu işletmenizin şuraya iki katalitik soba, iki ufo koymayışına borçluyum. Yok hesap mesap, seksimden oldum işletmeniz yüzünden. Bu hesabı ödemeyerek müessesenizle ödeştiğimizi düşünüyorum." dedim ve mekanın amirinden çaycısına, bulaşıkçısından garsonuna herkesin katılımcı olarak boy göstereceği yüz yılın dayağını yeme ihtimalimi ortadan kaldırmak için koşarak uzaklaştım oradan.

Edit: Şarkıya ait soundtracakler Damon Albarn ve Arctic Monkeys'ten:




28.02.2016

Bir Şarkısın Sen Ömür Boyu Sürsen mi Sürmesen mi Düşünmeliyim

Hello, can you hear me?
I'm in California dreaming about who we used to be.

Bir şarkıyı ömür boyu söyleyebilir misiniz? Ya da dinleyebilir misiniz? Başka hiçbir şarkı araya girmeyecek. İsteseniz de değiştiremeyeceksiniz. Size sunulabilecek tek imtiyaz bu şarkıyı yaşadığınız anın ambiyansına göre coverlayabilmemiz olacak.
Mesela bir tanıdığınızı kaybettiniz ve cenazesini takiben okutulan mevlide katıldınız. Seçmiş olduğunuz o tek şarkı, bu anda Ahmet Özhan coverıyla ilahi tadında söylenecek. 
Ya da sevişiyorsunuz. Seçtiğiniz şarkı sevişmeye giden süre boyunca afacan, heyecanlı bir ritmle dönecek fonda. Hani şu Sezercik filmlerinde Sezercik türlü oyunlar yaptığı sırada arkada dönüp duran şarkı. Seks başladığında ise Nine Inch Nails tarafından coverlanmış haliyle çalıp duracak. 
Türevlerini sizler düşünüp yorumlayabilirsiniz.
Kısaca demem o ki size bir şarkıyla evlenmeniz teklifini sunuyorum ve o kadar görüşlere açık bir insanım ki kendi şarkınızı kendinizin seçmesine olanak tanıyorum.
Bu metaforu evliliğe yoran olabilir. Aileyle yaşamaya, emekliliğe dek aynı şirkette çalışmaya yoran olabilir. 
Ben, sadece uzun zamandır yazmıyordum ve bundan sonrası için biraz harekete geçmek adına kafamda dolanıp duran bu fikri buraya iliştirdim hepsi bu.


Şarkı da koyayım hem.

4.01.2016

CANNONBALL

Ne yazacağımı bilmeden sadece fiile odaklanıp geçtim sayfanın başına.

Bıyıklarımı kesmeyi düşünüyorum. En azından geçici bir süre. Düşünüyorum sadece. Bu işte fiile ulaşabilmek o kadar kolay değil. Ehliyetim olmasa bıyıksız halimi hatırlayamayacağım. Neyse ki var o ehliyet ve her bıyıklarımı kesmeye heveslenişimde bana şiddetle dur diyor.

2014 ile kıyaslayınca 2015te ne de az yazı yazdım. Aslında buraya yazdığım bilmem kaç tane yazı gibi niceleri var kafamda. Eskiden hemen not alırdım, kurgular ve buraya geçerdim. Şimdi yazamadığım hikayeleri en ufak boş anımda düşünüyor, ehin ehihin diye kendi kendime gülüp geçiyorum. Arkadaşlarım, iş çevrem, ailem için pek hoş bir durum da değil bu. Hemen herkes yakaladı bu kendi hayalime güldüğüm anları.
Haziran'da yeni bir evim olacak. O hayal edip de bir türlü hayata geçiremediğim yazı masamı orada en güzelinden seçerim. Evin en güzel yerine koyarım diye ummaktan başka çarem yok. Neyse en azından niyetim var yazmaya.

Bu niyet olayı yüzünden kendimi Gerçek Kesit gibi görüyorum. Bir televizyon programı olsam Gerçek Kesit olurdum. Yazan, yöneten, oynayan nasıl da iyi niyetle çektiler bölümleri, nasıl da kutladılar emek verdikleri bu yapımın televizyonda yayınlandığı gün, nasıl da mutlu girdiler hazırladıkları bölümü izledikten sonra yataklarına kim bilir. Ben de yaptığım her işi, söylediğim her lafı, kısaca aldığım her nefesi her icraatımı Gerçek Kesit ekibi gibi 'Çok güzel oluyor lan' diyerek gerçekleştiriyorum. Her gece muhasebesini yapıyorum sonra yaptıklarımın, izleyici gibi bakıyorum o günlük Gerçek Kesit'ime. Bok gibi geliyor bok. Ama iyi niyetli bok. Yapmaya çalışmışım lan diyorum, yekten geçemiyorum kanalı.



Kırmızı ay olacak diye bekleyip buluttan başka hiçbir şey görememiş adamım ben. Bir de günümü gördüm. Yıllar sonra... En güzeldi. İyi ki ayın kırmızı olması gibi bir bahane vardı. Keşke bir daha olsa ve keşke izlesek. Bulutsuz lütfen.

Ben renk körüyüm. Derdim günümü görmek.

Edit: Yazının şarkılarının ilki rahmetliden

İkincisi de

29.10.2015

Akşam Meleklerin Sözü Var

'Bu su buzlu, kesin hasta edecek beni.' dedi. Neredeyse beş yüz mililitreyi tek başına alabilecek büyüklükte kocaman bardağın içinde yüzen tek buz parçası nasıl olur da bir bedeni yataklara düşürebilirdi. Nazlılık bu olsa gerekti. Aylık kazancı beş bin liranın altında olanların bilemeyeceği bir illet, zenginlik şerbetini içmemiş olanların hayal dahi edemeyeceği bir musibetti bu hastalık. Ben gibiler ölüm döşeğine düşsek 'Mevsimsel bu ya. Hava geçişlerinden bu ya, bir şeyim yok.' der ayağa kalkarız, halı sahaya falan gidip top oynarız ama Sıla öyle miydi? Bir evin bir kızıydı o. Tanışmanızın bir kaç dakika sonrasında elindeki çantanın orijinal maykıl kors olduğunu üstüne basa basa söyleyecek kadar fabrikatör çocuğu yaradılışlıydı bir kere. En sevdiği lokasyon Nişantaşı, en iğrendiği lokasyon ise Nişantaşı'ndaki bedenlere inat kurulan ihracat fazlası ürünlerin yok paraya satıldığı Terkos Pasajı'ydı. Yok yok, orada satılan çanta orijinal Maykıl Kors olamazdı. Diyelim ki oldu, Sıla 1 lirayı ona vermek yerine 8 lirayı Nişantaşı'ndaki esnafa sayacak kadar Nişantaşı esnafı sever bir insandı. Konudan uzaklaşmayayım, Sıla yine de o suyu değiştirmedi ve içti. Son yudumu gırtlağından geçer geçmez öhöh öhö öh şeklinde yapmacık, devasa yalan bir tonda öksürmeye başladı. Yabancı için, Yeşilçam'a uzak bir kimse için tasviri mümkün olmayan bu dravdan öksürük Yeşilçam bilenlere hastalanmış, gerekirse verem olmuş Hülya Koçyiğit öksürüğü diye tasvir edilebilirdi.

Zaten muhabbeti de bi boka benzemediği için bu öksürükleri fırsat bilerek 'Kalk bir tanem, kalk meleğim eve gidelim. Bu öksürük normal değil, acillik olacaksın. Kafka gibi öksürüyorsun, kalk.' dedim ve ateşini ölçüyormuş gibi dudaklarımı yüzüne yaklaştırdım. Ağız nahiyesine hamle yapar gibi uzanıp, dudaklarımın son durağı olarak alnını seçtim. 'Anasını siktiminin buzu ne hale getirmiş seni, yanıyorsun kalk kalk.' diyerek omuzlarından tuttum balık etli bedenini ve oturduğu sandalyeden kaldırdım. Arabaya doğru koşar adımlarla sürükledim.

Arabaya kaba etlerimizi koyar koymaz ver ettim sıcak klimayı 4. seviyede. Boncuk boncuk terliyordum direksiyon başında ama olsundu. Normalde dinlediğim radyo frekansından farklı olarak Sıla'yı aşka, meşke itecek şarkıların çaldığı bir frekansı seçmem gerekiyordu. Hemmen slowtürk'e gitti ellerim. Araya 'Denizin ortasında ne var?' diye bağıran adam girdi ben slowtürk'e ulaşmaya çalışırken. "Kum var ya. Saçmalık. Sıfır IQ sorularıyla ödül dağıtıyorlar. Seçimlerde nasıl iyi sonuç beklersin ki bu ülkeden yaa." diye serzenişte bulundu. 'Denizin ortasında n var!' dedim uyaran bir ses tonuyla. "Kum" dedi tekrardan. 'Yarrrrrraaaamı kum var.' demedim, diyemedim. Çobanla oyumuzun bir olması falan filan dedim geveledim bir şeyler ve hak verir gibi yaptım. Bu zeka şartları altında "Arabanın deposu dolu, anahtarı, aküsü vs'si herşeyi var fakat çalışmıyor. Neden?" sorusu Sıla için bitirme ödevi olurdu. Bu soruya denk gelmeden hızlıca geçtim frekanslar arasından ve nihayet slowtürk'e ulaştım. Yalın çalıyor, Yalın tüm dinleyenleri aşka davet ediyordu. Ne duruyorsunuz, boş vakitlerinizde sevişin, iş yerlerine verdiğiniz CV'lerin hobi kısmını 'Sevişmek', 'Seks', 'Bondaj' diye doldurun diyordu adeta ılık ses tonuyla. Sıla şarkıyı biliyor ve eşlik ediyordu. İstediğim ambians oluşmuştu sonunda. Sıcaktan bunalan bir kadın, aşk şarkıları söylüyor 'Meleklerin sözü var.' falan diye yanılmıyorsam iki meleğin evlenmesini anlatan, söz-nişan merasimlerinin meleklerde de olduğu varsayımı üzerine bir şarkıydı. O kadar ayrı dünyaların insanıydık ki Sıla'yla; O meleklerin sözüne gider, söz fotoğraflarını instagram'da #melek&melek hashtag'i altında "Mutlu olsunlar heeeeeep" diyerek paylaşır, bense Fadime'nin düğününde pasta ortaya mı gelir yoksa adam başı birer tane servis ederler mi hesabı yapardım. Sıla çok güzeldi. Ben Allah'ın gücüne gitmesin diye yorumsuz bırakılan bir sıfata sahiptim. İşte tam da bu yüzden, Sıla bu gerçeklerin farkına varmadan Sıla'yla eve gitmeliydik. Gidebileceğim en hızlı şekilde, en kestirme yollardan evime sürüyordum var gücümle.


Eve vardık sonunda. Kapıda durup "Ayakkabılarla mı geçiyoruz?" diye sordu. 'Ya sik anasını halıların, gir ayakkabılarınla. Aylık gelirim eve ayakkabıyla girmeyi gerektiriyor, çıkarırsan darılırım.' dedim ve eve adımını atar atmaz halılarıma kıyamayışım ağır bastı. Ani bir hamleyle dizlerinin arkasına bir elimi attım, diğer elimi de ense nahiyesinde tutarak Sıla'yı kucağıma aldım. 'Yürüme yürüme daha fazla, hastasın. Gel yatağa götüreyim seni.' dedim ve yatak odasına doğru taşıdım narin bedenini. Odaya vardığımızda tekrardan ateşini ölçmek için köfte kıvamlı dudaklarımı alnına doğru götürdüm. Gayet 36,5 derece olan ateşini abartıp 'Yanıyorsun çiçeğim. Çıkar üstünü çıkar, havale geçirmen söz konusu.' dedim. Hunharca soydum. "Sen baya anlıyorsun tıptan değil mi? Bana obua virtüözüyüm demiştin gerçi." dedi şüpheli bir ses tonuyla. 'Konservatuara ek olarak yan daldan Tıp'ı bitirdiğimi söylemedim mi sana? diye sordum ve sakin bir uzanışla baş ucumda durmakta olan 'Vademecum'u elime aldım. 'Aşk olsun. İstersen seç bir sayfa soru sor. Hem buna ek 8 sezon Scrubs, 8 sezon House M.D., 3 sezon da Doktorlar izledim. Yine sen bilirsin. Al giyin istersen ama bana bir arkadaşının numarasını ver giyinmeden önce ki havale geçirdiğinde gideceğimiz hastaneyi haber verebileyim.' dedim. İnandı. "Neyim var peki?" diye sordu ürkekçe. Grip olduğunu söyledim. Tedavisinin de haftada iki defa seks olduğunu belirttim. "Atıyorsun." dedi. 'Atmıyorum! Asla!' dedim ve bir kaç Alman bilim adamı arkadaşımızla yaptığımız çalışmalardan ve yayınladığımız makaleden bahsettim. İnternette ufak bir aramayla makaleye değilse bile bu tarz bir habere de denk gelip kendisine gösterince bu konuda da inandırıcılığım tavan yaptı. 'Bu hafta hiç seks yaptın mı?' diye sordum. Yapmadığını söyledi. O zaman bugün mutlaka yapması gerektiğini, bir doktor olarak en doğru şekilde seksi ona verebileceğimi söyledim. Gülümsedi. 'Ateşine bakayım mı?' dedim hınzırca. Adeta bir at ağzını andıran ağzımı büzerek dudaklarımı çıkardım ve alnına doğru götürdüm. Alnından da dudaklarına indim. Operasyonumuz başladı.


Edit: Avam avam yazılar yazıp entelejansiyaya göz kırpan şarkılar paylaşmaktan vaz geçmeyeceğim sanırım.