Gecenin bir vakti telefon çalıyor,ekranda Kristen Pfaff'ın fotoğrafı çıkıyor.Zaten o fotoğrafı görünce telefonun çalış şekli "acı acı" olarak betimleniyor.
"Uzun zamandır görüşemedik..." diye konuşmaya başlayan ses,konuşmasının sonlarına doğru beni çağırıyor.Vakti önemsemeden düşüyorum yola.Beynimin içine Joy the Great hakim oluyor.(Yüce Joy hakkında da bilmeniz gerekenleri yakında yazacağım.)
Yol boyunca Yüce Joy'a ne yapmam gerektiğini soran gözlerle bakıyorum.Yaptığı şeyler doğru olsa kendini öldürmezdi ama yine de akıl danışabileceğim tek kişi o.Tek umudum o.Ama o da benim gibi alt dudağını sarkıyıp ağzının sağ tarafını büküyor.Yol gösterenim olmayınca sessiz kalma hakkımı kullanıyorum O'nun yanında.Zaten bu hakkım da olmasa ağzımdan çıkacaklar sonunda ayakkabı bağcığı kadar saygınlığım kalmaz.Şimdi soruyorum:
'Doğru olan bir dakika sonrası kıyamet gibi konuşmak mı yoksa ölümsüz bir dünyada ölümsüz bir elf misali kelimelerin,cümlelerin doğru zamanını beklemek mi?'
Daha biz 'Nasılsın?' faslındayken telefonu çalıyor.Telefondaki ses bir erkeğe ait ve o erkek de O'nun sevgilisi.Meğer telefonun az önceki çalışı acı acıymış da ben fark edememişim.
Telefonda konuşamam,konuşmayı da sevmem zaten.O,telefondaki sesin bağrış çağrış içindeki azarlarına rağmen o an sesinin uyduya gidip erkek arkadaşının kulağına aktarılmasından memnun.Ben değilim.
Sesimi duyuramadığım gürültülü ortamlarda dahi O'na bağırmamışken;bir başkasının,büyük olasılıkla sudan bir sebepten avaz avaz onun ağzına sıçışı boğazıma kayalar tıkıyor.Bir insan neden bir başkasına bağırır ki?
Dayanamayıp kalkıyorum yanından.Kulak kepçelerimden saç uçlarıma kadar tüm vücudum acıyor.
On dakika sonra geliyor yanıma.Onbeş dakika boyunca uyduyu ısıtmış olmanın memnuniyeti hakim suratına,öte yandan eski erkek arkadaşının yanında sevgilisinin azarlarından tahrik olduğu için mahçup.Özür diliyor.Alt dudağımı sarkıtmadan ağzımın sağ tarafını büküyorum.
Gece boyu eski günlere dokunduruluyor.Gözlerinde keşkeler görüyorum.Arabanın dikiz aynasından kendi gözlerime bakıyorum.Gözümün içindeki keşkelerden ziyade göz altlarımdaki morluklar ve çigiler dikkatimi çekiyor.Sanırım o ölümsüz dünyanın ölümsüz elfi olmayı kafasına koymu,aklından geçenleri süzgeçten geçirmeden söylemeyecek ve benim duymayı beklediklerim hep o süzgece takılıp kalacak.Ben de elfliği seçiyorum ona eşlik etmek için.En azından bir süreliğine.Elbet birgün kıyamet gelecek ama...
Evinin önüne geliyoruz.Öpüyor.Öpüşünden ruh halini çıkartacak kadar tanıyorum onu.O gece beni seviyor.Tam apartmanın kapısından girmek üzereyken sesleniyorum:
-Kimsenin seni kırmasına izin verme!
-...
-Ben kırmamak için çok uğraştım,ben kırıldım.Ama sen kimseye izin verme...
Bunları söylememem lazımdı ama tutamadım kendimi.Arwen misali ölümlü hayatı seçtim.Ama sanırım gecenin en samimi cümleleri de bunlar oldu.Samimiyet gibisi yok.
Yüce Joy'a dönüp 'Sence?' dedim.Durup bir süre yüzüme baktı ve birden üstüme atlayıp sıkıca sarıldı.Sonra ayrıldı.
Gülüyordu.
Ağlıyordu.
Gülerken ağlıyordu ama iki eylemi de tam kararındaydı.Münir Özkul gibi..
'Herkes böyle birşey yaşayamaz.Ne mutlu sana,asla vaz geçme!' dedi.
'Olur.' dercesine kafamı salladım.Braveheart'ta William Wallace'ın,idam sahnesinde annesinin kucağındaki küçük çocuğa bakışı gibi kapıya bakar halde kaldım.
Galiba ben bir yerlerde kaldım.
söylenicek bir şey var mı bilmem...
YanıtlaSilne acıdır senin kıyamadığına başkasının kıydığını görmek...
YanıtlaSilve hiç bişi yapamamak...:(
fish çok salaksın olm ya :)
YanıtlaSilnasıl bir kendini bilmezliktir bu ya!!!arayacak başka insan kalmamış gibi!
YanıtlaSil