29.10.2015

Akşam Meleklerin Sözü Var

'Bu su buzlu, kesin hasta edecek beni.' dedi. Neredeyse beş yüz mililitreyi tek başına alabilecek büyüklükte kocaman bardağın içinde yüzen tek buz parçası nasıl olur da bir bedeni yataklara düşürebilirdi. Nazlılık bu olsa gerekti. Aylık kazancı beş bin liranın altında olanların bilemeyeceği bir illet, zenginlik şerbetini içmemiş olanların hayal dahi edemeyeceği bir musibetti bu hastalık. Ben gibiler ölüm döşeğine düşsek 'Mevsimsel bu ya. Hava geçişlerinden bu ya, bir şeyim yok.' der ayağa kalkarız, halı sahaya falan gidip top oynarız ama Sıla öyle miydi? Bir evin bir kızıydı o. Tanışmanızın bir kaç dakika sonrasında elindeki çantanın orijinal maykıl kors olduğunu üstüne basa basa söyleyecek kadar fabrikatör çocuğu yaradılışlıydı bir kere. En sevdiği lokasyon Nişantaşı, en iğrendiği lokasyon ise Nişantaşı'ndaki bedenlere inat kurulan ihracat fazlası ürünlerin yok paraya satıldığı Terkos Pasajı'ydı. Yok yok, orada satılan çanta orijinal Maykıl Kors olamazdı. Diyelim ki oldu, Sıla 1 lirayı ona vermek yerine 8 lirayı Nişantaşı'ndaki esnafa sayacak kadar Nişantaşı esnafı sever bir insandı. Konudan uzaklaşmayayım, Sıla yine de o suyu değiştirmedi ve içti. Son yudumu gırtlağından geçer geçmez öhöh öhö öh şeklinde yapmacık, devasa yalan bir tonda öksürmeye başladı. Yabancı için, Yeşilçam'a uzak bir kimse için tasviri mümkün olmayan bu dravdan öksürük Yeşilçam bilenlere hastalanmış, gerekirse verem olmuş Hülya Koçyiğit öksürüğü diye tasvir edilebilirdi.

Zaten muhabbeti de bi boka benzemediği için bu öksürükleri fırsat bilerek 'Kalk bir tanem, kalk meleğim eve gidelim. Bu öksürük normal değil, acillik olacaksın. Kafka gibi öksürüyorsun, kalk.' dedim ve ateşini ölçüyormuş gibi dudaklarımı yüzüne yaklaştırdım. Ağız nahiyesine hamle yapar gibi uzanıp, dudaklarımın son durağı olarak alnını seçtim. 'Anasını siktiminin buzu ne hale getirmiş seni, yanıyorsun kalk kalk.' diyerek omuzlarından tuttum balık etli bedenini ve oturduğu sandalyeden kaldırdım. Arabaya doğru koşar adımlarla sürükledim.

Arabaya kaba etlerimizi koyar koymaz ver ettim sıcak klimayı 4. seviyede. Boncuk boncuk terliyordum direksiyon başında ama olsundu. Normalde dinlediğim radyo frekansından farklı olarak Sıla'yı aşka, meşke itecek şarkıların çaldığı bir frekansı seçmem gerekiyordu. Hemmen slowtürk'e gitti ellerim. Araya 'Denizin ortasında ne var?' diye bağıran adam girdi ben slowtürk'e ulaşmaya çalışırken. "Kum var ya. Saçmalık. Sıfır IQ sorularıyla ödül dağıtıyorlar. Seçimlerde nasıl iyi sonuç beklersin ki bu ülkeden yaa." diye serzenişte bulundu. 'Denizin ortasında n var!' dedim uyaran bir ses tonuyla. "Kum" dedi tekrardan. 'Yarrrrrraaaamı kum var.' demedim, diyemedim. Çobanla oyumuzun bir olması falan filan dedim geveledim bir şeyler ve hak verir gibi yaptım. Bu zeka şartları altında "Arabanın deposu dolu, anahtarı, aküsü vs'si herşeyi var fakat çalışmıyor. Neden?" sorusu Sıla için bitirme ödevi olurdu. Bu soruya denk gelmeden hızlıca geçtim frekanslar arasından ve nihayet slowtürk'e ulaştım. Yalın çalıyor, Yalın tüm dinleyenleri aşka davet ediyordu. Ne duruyorsunuz, boş vakitlerinizde sevişin, iş yerlerine verdiğiniz CV'lerin hobi kısmını 'Sevişmek', 'Seks', 'Bondaj' diye doldurun diyordu adeta ılık ses tonuyla. Sıla şarkıyı biliyor ve eşlik ediyordu. İstediğim ambians oluşmuştu sonunda. Sıcaktan bunalan bir kadın, aşk şarkıları söylüyor 'Meleklerin sözü var.' falan diye yanılmıyorsam iki meleğin evlenmesini anlatan, söz-nişan merasimlerinin meleklerde de olduğu varsayımı üzerine bir şarkıydı. O kadar ayrı dünyaların insanıydık ki Sıla'yla; O meleklerin sözüne gider, söz fotoğraflarını instagram'da #melek&melek hashtag'i altında "Mutlu olsunlar heeeeeep" diyerek paylaşır, bense Fadime'nin düğününde pasta ortaya mı gelir yoksa adam başı birer tane servis ederler mi hesabı yapardım. Sıla çok güzeldi. Ben Allah'ın gücüne gitmesin diye yorumsuz bırakılan bir sıfata sahiptim. İşte tam da bu yüzden, Sıla bu gerçeklerin farkına varmadan Sıla'yla eve gitmeliydik. Gidebileceğim en hızlı şekilde, en kestirme yollardan evime sürüyordum var gücümle.


Eve vardık sonunda. Kapıda durup "Ayakkabılarla mı geçiyoruz?" diye sordu. 'Ya sik anasını halıların, gir ayakkabılarınla. Aylık gelirim eve ayakkabıyla girmeyi gerektiriyor, çıkarırsan darılırım.' dedim ve eve adımını atar atmaz halılarıma kıyamayışım ağır bastı. Ani bir hamleyle dizlerinin arkasına bir elimi attım, diğer elimi de ense nahiyesinde tutarak Sıla'yı kucağıma aldım. 'Yürüme yürüme daha fazla, hastasın. Gel yatağa götüreyim seni.' dedim ve yatak odasına doğru taşıdım narin bedenini. Odaya vardığımızda tekrardan ateşini ölçmek için köfte kıvamlı dudaklarımı alnına doğru götürdüm. Gayet 36,5 derece olan ateşini abartıp 'Yanıyorsun çiçeğim. Çıkar üstünü çıkar, havale geçirmen söz konusu.' dedim. Hunharca soydum. "Sen baya anlıyorsun tıptan değil mi? Bana obua virtüözüyüm demiştin gerçi." dedi şüpheli bir ses tonuyla. 'Konservatuara ek olarak yan daldan Tıp'ı bitirdiğimi söylemedim mi sana? diye sordum ve sakin bir uzanışla baş ucumda durmakta olan 'Vademecum'u elime aldım. 'Aşk olsun. İstersen seç bir sayfa soru sor. Hem buna ek 8 sezon Scrubs, 8 sezon House M.D., 3 sezon da Doktorlar izledim. Yine sen bilirsin. Al giyin istersen ama bana bir arkadaşının numarasını ver giyinmeden önce ki havale geçirdiğinde gideceğimiz hastaneyi haber verebileyim.' dedim. İnandı. "Neyim var peki?" diye sordu ürkekçe. Grip olduğunu söyledim. Tedavisinin de haftada iki defa seks olduğunu belirttim. "Atıyorsun." dedi. 'Atmıyorum! Asla!' dedim ve bir kaç Alman bilim adamı arkadaşımızla yaptığımız çalışmalardan ve yayınladığımız makaleden bahsettim. İnternette ufak bir aramayla makaleye değilse bile bu tarz bir habere de denk gelip kendisine gösterince bu konuda da inandırıcılığım tavan yaptı. 'Bu hafta hiç seks yaptın mı?' diye sordum. Yapmadığını söyledi. O zaman bugün mutlaka yapması gerektiğini, bir doktor olarak en doğru şekilde seksi ona verebileceğimi söyledim. Gülümsedi. 'Ateşine bakayım mı?' dedim hınzırca. Adeta bir at ağzını andıran ağzımı büzerek dudaklarımı çıkardım ve alnına doğru götürdüm. Alnından da dudaklarına indim. Operasyonumuz başladı.


Edit: Avam avam yazılar yazıp entelejansiyaya göz kırpan şarkılar paylaşmaktan vaz geçmeyeceğim sanırım.





27.08.2015

OOOOO YUMRUK YUPPİİİİ YUMRUK

Alın Kilis'i yurttaş olalım türkü bakışlım, Allah'ın adını verdim alın!
Gözümü açtığımda İzlanda:3 - Türkiye:0 yazısını gördüm. 'Hay canımın içi. Futbolu seviyor mudur acaba? Sevinmiş midir galibiyetlerine? Milliyetçi midir dudu dillim?' diye tatlı hülyalara daldım. Biraz sola bakınca "Ağlatan Teklif" başlığı altında Keremcem'in dizici sevgilisine yüzük falan verip evlenme teklif ettiğini okudum. Yalnızca 'Allah mesut etsin.' dedim etliye sütlüye karışmayan, çevremdeki hiçbir hayat hakkında pozitif yahut negatif yorum yapmayı sevmeyen yapım gereği. Birazcık da yukarı çevireyim gözlerimi dememle birlikte Posta yazısını gördüm ve tabi P harfine iliştirilmiş şişman kız nazar boncuğunu (Evet yer küredeki tüm şişman kızlar, Türk olsun olmasın mutlaka nazar boncuğu takar). Posta Türkiye'yi ve insanları çok seviyordu. Ben insanları seviyordum. Toprak parçalarıyla pek alakam yoktu. İyi de bir gazete neden isminin yanına "Türkiye'yi ve insanları çok seviyoruz" yazardı. Bu, Twitter'a çok uykum var yazmaya benziyor, acıktım demeye benziyor, Cemal Süreya RT etmeye benziyor. Kimsenin umrunda değil ama söyleyeyim de belki ekmek çıkar.

Sevgi konusunda aç bir dönemimdi aslında ne yalan söyleyeyim. Eve söylediğim kuşbaşı kaşarlının kutusu üzerinde yazan "Afiyet olsun"a teşekkür ediyor 'Gel beraber olsun.' diye davette bulunuyor, ayranın kapağında yazan "Açmadan önce çalkalayınız!" hatırlatmasına seviniyor 'Sana yemin olsun unutuyordum valla, iyi oldu hatırlattığın.' diyordum. Dudaklarım iricedir, iki masa ötedeki insanın yüzüne buseler kondurmama yetecek kadar da dolgundur. Dudaklarımı anucuk gibi büzerek Posta'yı O'sundan öptüm.


5. sanatın en öksüz, en ortası olmayan (ya dev kötü ya dev iyi son ürünlerden oluşuyor) dalı olan şiiri bana sevdiren Posta gazetesindeki favori sayfam olan cinsellik sayfalarına göz gezdirip 'Bakalım kim nasıl sevişiyor?' diye bakmak için iki elimle gazetenin iki ucundan tuttum. Fakat o da nesiydi? Bu gazete tek sayfaydı. Yüzümün üstüne gelen kısmı kaldırdım. Kaldırır kaldırmaz da karşımda Semih'i gördüm. Gözleri fal taşı gibi açılmış, rengi bembeyaz olmuş bir halde bana bakıyordu.

'Ne içtik lan?' diyerek yerden doğrulmaya çalıştım. Doğrulamadım. Afallamıştım besbelli. Elimi uzattım Semih'e beni tutup kaldırması için. Bir adım yaklaşıp elimi tutmak yerine bir kaç adım geri gitti korkulu bakışlarla. 'Ya küfür müfür mü ettim, küstün mü, niye yardım etmiyorsun? Bi el ver kalkayım Allah Allah!' şeklinde sitem ettim. Cevap bile vermiyordu. Hemen ayağa kalkmak yerine yattığım yerden biraz doğruldum ve sadece yüzümün değil bütün vücudumun birer sayfalık gazete sayfalarıyla örtülmüş olduğunu gördüm. 'Sen mi serdin lan gazete kağıtlarını üstüme. Ölü müyüm lan ben? Nasıl şaka bu!' diye biraz kızdım Semih'e. Sonunda şoktan çıktı ve yanıma yaklaştı. Kulağıma doğru eğilip "Oğlum bardayız şu anda. Kavga çıkardın sen. Badigard geldi yumrukladı seni baya. Sen dayaktan yere düşünce bıraktı eleman seni. Ağzından da kan gelince ben öldün sanıp üstüne gazete örttüm, avukat bir kız var onu aradım çağırdım." diyerek başımdan geçenleri özetledi. 'Nabzıma bakmadın mı?' diye sordum, bakmadığını söyledi. Ölü olduğuma nasıl kanaat getirdiğini sordum. 'Filmlerde biri vurulunca, ölünce falan ağzından kan geliyor, seninkinden de geldi. Ben dedim öldü bu.' diye açıkladı gerekçesini. Elimle ağzımı kontrol ettim, kan kurumaya başlamıştı. Dudaklarımda gezdirdim parmaklarımı, evet dudağım patlamıştı. 'Dudağım patlamış amınakiii, sen de göm hemen beni. Üniversite okuduk lan biz, bi ağızdan kan gelmeyle ceset muamelesi yapılır mı lan insana!' dedim. Bira şişesini kafasına dikip beni siklemeye son verdiğinin sinyallerini gönderdi. 'Kavga nasıl çıktı?' diye sordum. Meğer ben baya sarhoş olmuşum. Erkekli kızlı bir güruha küfürsüz de olsa baya bir laf sokmuş, gruptaki adamlardan bir kaçını dışarıya döğüşmeye davet etmişim. Neyseki adamlar sağ duyuluymuş da beni grup çalışmasıyla dövmek yerine kanunların belirlediği sınırlardan çıkmadan en yakın güvenlik görevlisine durumu bildirmişler. Tek kişilik dev orkestra badigard da önce mekanı terk etmemi rica etmiş, fakat ben ricasına itibar etmeyince beni dövmek zorunda kalmış. Makul nedenlerle dayak yemiştim. Diyecek sözüm yoktu, içim rahatladı. 'Hangi yıldayız lan!?!?' dedim ama bir telaşla. "2015" dedi Semih. "Ulan bir senelik gazete ne geziyormuş soktumunun barında?" dedim fakat Semih aptal bir ifadeyle gülümsüyordu. 'Ya sen ne mezhebi geniş bir insanmışsın, sen nasıl vurdumduymaz bir canlıymışsın arkadaş. Yardım et kaldır gidelim, bi daha döverler beni yoksa. Ölümden döndüm lan ben.' dedim. Duymuyordu, zira telefona kitlenmiş, ışığı yanan ekrana bakarak fititi fititi bir şeyler yazıyor, bir yandan da git gide artan bir dozda gülüyordu. 'Neye gülüyorsun lan?' dedim. "Avukat var ya, ona dedim senin ölmediğini. Yine de geliyor. Benim seksim garanti, senin için gruba ikna etmeye çalışıyorum." dedi.

Ben de gülümsedim Semih gibi.

Ağzım acıdı.


Edit: Soundtrack iki tane olsun. İlki Neighbourhood'dan Sweater Weather, İkincisi için seçimi çok zor yaptım ama bu hafta bu yazı paylaşıldıysa bu şarkı olmalı ikinci soundtrack de diye karar verdim. O da Travis'ten Re-Offender.




15.06.2015

Biraz Kızıl Biraz Mavi

Semih; bir kolunda sarışın, yaradanın gücüne gitmesin diye çirkin denmeyecek bir kız, diğer kolunda da kızıl saçlı, yalan olmasın ama yaklaşık 50-60 metre mesafeden gözlerindeki mavi lensler farkedilen bir kızla bana doğru yaklaşıyordu. Güneş gözlüğü takıyor olduğumdan şahin bakışlarımın yönü belli olmuyordu. Semih'i görmeme rağmen görmemeze verdim bünyeyi. Kah havaya baktım, kah yere baktım, kah 'Bir şu kıza bak bir de şu yanındaki denyoya bak' diye hiç tanımadığım çiftlere baktım. Kah konser için açılıp saçılana, kah da aşırı şekilliye baktım. Bir dakika oldu olmadı Semih, notunu çoktaaaan vermiş olduğum hanımellalarla yanıma geldi. Kızıl saçlı mavi gözlü(?) hanım 'Tarkan'a hazır mısıııın?' dedi elimi sıkarken. Anladım ki sarışın hanım Semih'in kız arkadaşıydı ve kızıl hanımı eylemek de bana düşmüştü. Sağ elimi yumruk yapıp serçe parmağımı açtım ve 'Hell yeaaah!' diyerek dil çıkardım. Güldü. Dokunarak güldü. 

Konserin başlamasına az kalmışken kızıl saçlı, mavi lensli hanım iyiden iyiye beni sahiplenmeye başlamıştı. Önce, çok istememe rağmen tezgah çok uzakta diye üşenip almadığım köfte ekmeği aldı geldi, 'Soğan koydurmadım.' diyerek göz kırptı kuzu gibi yarım ekmeği elime tutuştururken. Dilin de göre aldığı bir öpüşme bekliyordu sanırım beni. Kütüğümün bulunduğu Kilis'i işgal eden Fransız ordusunun yapamadığını Fransız öpücüğü mü yapacaktı? Bir Kilisli yılların husumetini bir yana bırakıp Fransız öpücüğüne mi karışacaktı? İşgalin üzerinden yaklaşık 100 yıl geçtikten sonra bir şekilde fetholuyordu Kilis. Bir süre sonra konser başladı. Bu sefer de beni omzuna almayı teklif etti. Bana sahip olmak istemesi artık beni iyiden iyiye ürkütüyordu.


Dudaklarıma yapıştı onca insan içinde. Gerçi herkes sahnedeki Tarkan'ı büyülenmiş bir şekilde izlediğinden bize dikkat eden yoktu.
Tarkan, benim için "Atıl Kurt!"tan öte bir şeyi temsil edemediği için şarkıcı olan Tarkan hakkında sahip olduğum tek düşünce, "Abi boya reklamıyla Tarkan ne alaka? Kesin koko parası lazım oldu." idi. Şarkılarını bilmiyordum. Aslında yalan olmasın "Seni gidi fındık kıran" adlı şarkısında öpücük kısımlarında ağzımın at ağzına benzemesine bakmadan, dudaklarımın üstündeki bıyıklardan, 29a dayanmış olan yaşımdan utanmadan muç muç yapıyordum. İşte ben bu içinde bulunduğum ortamı zaten en başından beri yadırgarken; Tarkan'ın gayet oynak, dokuz sekizlik bir şarkısında dudaklarıma yapışması hiç uygun olmamıştı. Gerçi şarkı oynak olmasına rağmen hatırladığım kadarıyla şarkıda bir yakarış vardı: "İşte kuzu muzu verdim, dilediğince kap aldım"
Şarkının sözleri bana "Bu eserde Tarkan, başlık parası sistemine lanet gitsin diyor, toplumun bu diretme karşısında tek vücut olmasını diliyor, sigarayı bırakın diyor." şeklinde düşündürttü.
Yine de bu ağzımın öpülmesini meşru kılamazdı. Kaldı ki slow şarkıda bile öpülmek istemiyordum ben. Sadece Semih'in ricası, konsere tek başına gitmek istememesi nedeniyle ona eşlik etmiştim. Semih, bir kız arkadaş ayarlamıştı kendine ve ayarladığı kız arkadaşının kız arkadaşı konserde yalnız dikilmesin diye de şişme bebek olarak bana baş vurulmuştu.

Şişme bebekliği severim, boytoyluğu severim.


İki kız, tuvalet için sıraya girmeye gittiği bir arada Semih'in koluna sımsıkı sarılıp korktuğumu söyledim. Semih ise beni dinlemezden geliyor, geceye dair şeytani planlarını anlatıyordu. Planlarda Semih vardı, sarışın hanım vardı, kızıl hanım vardı, ben vardım. Şiddetli bir şekilde dürtüp Semih'i kendine getirmeye çalıştım. 'Semihciğim kız  cebime para koyacak raddeye geldi. Kapaması oldum kızın, metresi oldum niye anlamazdan geliyorsun.' diye feryat ettim. Sağ olsun Semih de hemen geri vitese taktı.  Zaten kaçacak yol arıyormuş kendine. 'Benimkinin ağzı kokuyor oğlum yapamam ben.' dedi yüzünü ekşite ekşite. Sakız çiğnet bir süre belki daha iyi olur diye bir öneri dilimin ucuna dek geldi, fakat kendimi daha saniyeler önce kurtarmışken niye yeniden yakmaya çalışıyorum diye bu öneriyi gerisin geri ittim. Numaranı verdin mi diye sordum. Vermişti. Aynı soruyu bana yöneltti. Vermiştim.

Çok şükür ki kaypaktık. Çalan telefonu açmayacak kadar yüzsüz, uğursuz ve ittik. Kalabalıkta bizi bulamaz konseri izlesek mi dedik sonra alanı terk ederken. Arabada Hüsnü Şenlendirici&Deniz Seki Adaletsiz Seçim dinlemek daha cazip geldi. İkimiz de mutsuzduk. İkimiz de mutsuzluğumuzdan yüzsüz, uğursuz ve it olmuştuk.

Edit: Bu yazının soundtrack'i de Elastica'dan gelsin.

26.05.2015

Episode VII-Part IV "Irmağının Akışına Ölürüm Galaksim"

Öncelikli olarak aşağıdaki iki linki okumanız gerekecektir, zira bu entry bir yazı dizisinin devamıdır.
http://www.demirbeyvebiyiklari.com/2013/05/episode-vii-narrow-escape.html
http://www.demirbeyvebiyiklari.com/2013/05/episode-vii-part-ii-early-remembrances.htm
http://www.demirbeyvebiyiklari.com/2013/09/episode-vii-part-iii-give-me-weapon.html
       

                "Seninle açık  seçilmiş kişisin, kanındaki Midichlorian miktarı çok çok fazla." dedi."Alkollü müymüşüm lan?" dedim, "Yok yahu, midoklorian mıymış neymiş, Jedi olmanın bir numaralı işaretçisiymiş." dedi. Ne ara benden kan aldı da test ettirdi diye düşünedururken bir gün öncesinde PES'te maça başlamadan son taktik ayarlamalarımızı yaptığımız sırada  'Kan alırım kaaaaan!' diye bağırışları aklıma geldi. Yenilmemin ardından mecazi konuşmadığını bir tüp kan alarak ispatlamıştı. Şaşkınlığımı üzerimden atar atmaz sevince boğuldum.  'Usta sen bana o ışın kılıcından haber ver, bir de adımı sizinki gibi klasımsı birşeylere çevirin ben her türlü varım.' dedim. O kolaymış. Cebinden bir lightsaber çıkarıp verdi. Ne renk diye sordum,maviymiş. Abi grili siyahlı bişeyler yok mu dedim, yokmuş. Çaresiz kabul ettim lightsaberımı. Sonra bir kağıt kalem çıkarıp tutuşturdu elime. İmzalamamı istedi, imzaladım okumadan. Ne olduğunu sordum imzaladığım kağıdı uzatırken. Önemsizmiş, kılıcı üzerime zimmetlediklerinin bir belgesiymiş. Kılıca birşey olursa benden bilirlermiş. Buna rağmen hemen bir koşu tuvalete gidip lightsaber'ımın kabzasına forza beşiktaş yazdım. Kabzası artık bana özeldi. Padawan sürecim bu şekilde başlamaktaydı.
                Beni konseye götüreceğini söyledi, orada da son kez Yoda'nın onayını aldıktan sonra beni bir Jedi'ın yanına öğrenci olarak vereceklerini belirtti. Yola koyulduk. Yürürken aklıma adını bilmediğim geldi, bir haftadır arsız gibi eteğimin dibinde dolanan adamın adını bilmiyordum daha, sordum söyledi. Obi Van Kenobi'ymiş adı. Yol boyunca Jedi'lığı övdük Obi Van'la birbirimize. Dark Side'a kavgada ağza alınmayacak şeyler söyledik. Şakalar yaptık konseyle alakalı. 'Konsey monsey olay baya bir Kurtlar Vadisi'ne dönmüş Obi Van abi, yoksa Yoda'nın lakabı da Baron mu tsısısı ısısısı' diye espri yaptım hatta. Güldü, gülüştük.
              Konsey odasına geldiğimde ilk önce büyük bir kapı karşıladı beni. Üç parmağım havada şöyle bi sağdan sola attırdım elimi, açılmadı kapı. Daha gücü kullanmayı bilmiyormuşum, ondanmış. Öyle dedi Obi. Kapıya akreditasyon kartını okuttu tuffuf diye açıldı koca kapı, konsey odasına geçtik. Yoda'yı gördüm kapının tam karşısında oturan ekibin ortasında. Bi koşu yanına gittim, eline yapıştım. Öptürmemek için iki büklüm oldu ama öptüm yine de. "Ol berhudar" dedi. Diğer masterları da sağ elimi kalbimin üstüne koyup başımı eğerek 'Selamünaleyküm masterlarım' diye selamladım. Herkes 'Vealeykümselam' dedi bir tek Yoda 'Selamvealeyküm' dedi.

            Beni konsey salonunun tam ortasında bir yere, tam karşılarına oturttular. Oturak alemi gibi bir ortam vardı. Yoda'yı ortalarına alarak sağlı sollu dizilmiş master'lar bakışlarını ayaktan başa üzerimde gezdiriyorlardı. Söze Obi Van Kenobi başladı. Bir süredir beni izlediğini ve bende çok çok yoğun bir force hissettiğini anlattı konseye. Konsey de onu hmm hmm diye dinledi, Yoda da hmm hmm diye dinledi. Obi Van sözünü bitirince Yoda "Bu çocukta ben hissetmemek kötü birşey Anakin'de olduğu gibi." dedi. "Bundan sonra sen Obi Bali Smail'in öğrencisi olmak, padawan olmak. Büyük Jedi olmak ilerde." diye devam etti ve "Adın da Qui Sar Gammaron" şeklinde sözlerini bitirdi. 'Ya benim soyadım da aslında kahraman soyadı hani. Qui Sar Güçdemir olsa adım?' diye öneride bulunur gibi oldum. Obi Wan Kenobi etimi burdu, "Buldun, kıllısını arıyorsun!" dedi. 'Kıllısını sevmem.' dedim.

Jedi Konseyi-Konya Buluşması (Şubat 1993)
             Yeni ismim hoşuma gitmişti, kılıç da iyiydi, Yoda sözlerini bitirir bitirmez hemencecik saçlarım Padawan saçı da oluvermişti. Çok mutlu oldum, bu mutluluğumu bir keyif sigarasıyla şenlendireyim istedim. Pakedi cebimden çıkarıp konseye ve master'ıma uzattım. Kullanmıyormuş hiçbiri, Obi Bali 'Sadece puro içerim ki oğlum ben' diye karizma yapmaya çalıştı, etkilenmedim. Işın kılıcımı 'Voiiioonnnnn' diye çalıştırıp sigaramı yaktım. Master Windu 'Var mı aklına takılan bir şey yavrum?' diye sordu. "Var" dedim, "Efendi Yoda az önce 'Bu çocuğun içinde kötü birşey görmüyorum' dedi lakin bende az biraz şehvet var, porno morno izliyorum arada, sorun olmasın?" dedim. Sağ olsun Master Obi Bali Smail içimi rahatlattı : "Bak hep duyuyorsun adı geçiyor bizim bir Anakin vardı. Karıya kıza taktı, götü başı dağıttı. Sen rahat ol çek 31'ini dalgana bak"
         
              Biraz oturup muhabbet ettik, sonra Padme'nin ikizi salona büyükçe bir kutlama yaş pastası getirdi. Pastanın üzerindeki mumları üfler gibi yaparken, pastayı keser gibi yaparken fotoğraflar çekildim. Gazımı alamadım Yoda'yla ve diğer tüm konseyle facebook fotosu çekildik, instagram fotosu çekildik. Çocuklar gibi şendik. İlerleyen dakikalarda konsey kendi arasında force kullanarak pasta savaşı bile yaptı. Benim henüz force'u kullanma konusunda bilgim olmadığından elimi kullanarak savaşa eşlik ettim. Artık bir padawandım. Qui Sar Gammaron'dum.

               Konseyin sekreteri, aynı zamanda Padme'nin ikizinin sevgilisi olan Edi Pak Bairaam bilgisayarının başındaydı. Ben de yanında türk kahvesi-sigara ikilisini götürüyordum. Canım sıkılıyordu. Edi'nin bilgisayara şöyle bi göz ucuyla baktım. Padawan oluşumun şerefine düzenlenen partide çekildiğimiz yüzlerce fotoğrafın içinden seçtiklerini facebooktaki Jedi fan sayfasına yüklüyordu. Sevgilisiyle olan bir fotoğrafını 'Bebishim ve Bennn:)))' şeklinde adlandırması beni 'iyi ki senin öğrencim değilim lan' düşüncesine itti. Yarım ağızla 'Beni de tegle usta! Eşe dosta havam olsun, bakarsın karı kız düşer' diyerek sekreterlikten ayrılıp Master'ım Obi Bali Smail'in yanına seyirttim.

               Obi Bali, kendine has kekremsi bir kokuya sahip odada kalıyordu. Odasına girdiğimde bir makineyle uğraşmaktaydı. 'Merhaba usta yardım lazım mı?' diye sordum. Dübel istedi, çimento istedi, ingiliz anahtarı istedi. İstedi de istedi. Ne yaptığı hakkında da hiç bir şey söylemiyordu. Padawanlıktan çıraklık seviyesine düştüğüm hissiyatına kapılmıştım. Bu hissiyata kapılmama sarışın ustam Obi Bali'nin çömeldiği için açılan kıç çatalında gözüken kara göt kıllarının neden olduğu apaçıktı. 'Ustam! Yengeye söyle bir tamirciye versin. Olmayacak, yapamayacağız biz bu süpürgeyi' dedim. 'Süpürge değil o. R2D2! Üstün bir robot türü.' dedi. 'Asimo gibi he mi?' diye sordum. Ondan daha akıllı, gubirik cibirik sesler çıkaran, çok daha üstün bir robot olduğunu anlattı bana.
             

               Robot lafını duyar duymaz cebimden i-pod'umu çıkardım, açtım müziği, fulledim sesi, koydum kulaklıkları avucumun içine müziğin odaya yayılmasını sağladım. 'Çalıştır usta şu robotu iki tur. Az robot dans yapalım, şu içinde olduğumuz kasvetli günleri biraz olsun unutalım' dedim. Sağ olsun kabul etti ustam. Ama 'Asıl robot dansı C3PO yapar oğlum. İkisini de çalıştıralım bali.' diyerek çalışma masasının yanında duran örtülü cisme doğru yürüdü. O sırada ben " 'Bari' mi dedi yoksa 'Bali' mi dedi lan?" düşüncesine dalmıştım. Ustam örtüyü kaldırdı. Örtünün altından tam kro işi, altın sarısı bir robot çıktı. R2D2'dan daha bir robot duruyordu bu arkadaş ama. Obi Bali her iki robotun da 'On' tuşlarına bastı ve başladık birbirinden kıvak robot dans figürlerimizi sergilemeye. Dübidübi düp dup dibi dup diye oynadık.

               Bu eğlencenin bize yetmediğini düşünen master'ım Issız Adam filminden sonra 'belki ekmeğini yerim lan' düşüncesiyle almış olduğu gramofona içinde Imperial March'ın da olduğu karışık plağı taktı. Karışık kaset yaptırıldığını biliyordum lakin karışık plağı ilk defa duymuştum. Herneyse ...

Haluk Levent Reyiz robotlar tarafından tutuklanırken.
               Imperial March eşliğinde iki robot ve ustam kendilerinden geçip headbang yaptılar, kafa salladılar. Bense ellerimi horon pozisyonunda havaya kaldırıp alışık olduğum üzere kartal pençesi yaptım. Imperial March'ın ardından Tarkan'dan Dön bebeğim başladı. Kro işi robot meğersem duygu sahibiymiş. Oturdu ağladı koskoca metal yığını. Bir şişe yağ içti kederinden, kafası kıyak oldu. Bu şarkı bitince Haluk Levent başladı. Haluk Levent ile headbang'i ayrı ayrı düşünemediğimizdenAşkın Mapushane'de kafa salladık, dil çıkardık, rakınrol forevır hareketi yaptık. Sonra yorulduk ve müziği kapadık.
----------------------------------------------------------------------------------------------
                Padawan akademisinde ilk haftamdı. Deli gibi lightsaber kullanmak istememe rağmen henüz sadece etrafı tanıyor, güzel insanlık ve din kültürü-ahlak bilgisi dersi alıyordum. Lakin etrafımdaki büyüklerimin konuşmalarından anladığım kadarıyla da ufukta bir savaş bizi bekliyordu. Bu durum ben ve benim gibi padawanlara hissettirilmemeye çalışılıyordu. Kendimi tutamadım ve götte durmaz zırt osuruk edasıyla Master Yoda'nın huzuruna çıktım. Her ne kadar bana söylenmese de bir savaşın bizi beklediğinden haberim olduğunu belirttim. Yoda: "Dedi bize 'Don't make me destroy you!' Olacak bir savaş kaçınılmaz fakat bilmiyoruz biz ki zamanı ne zaman?" dedi. "Yoda hocam! Havlayan itoğluit ısırmaz korkmayın. O oradan ulusun dursun, dert etmeyin siz. Fakat bana dengeleri jedi'lar yönünde değiştirebilecek biri olduğumu söylemiştiniz. Şimdi savaş çıksa birşey yapamam ustam. Oturur düşmana güzel insanlığı öğretmeye kalkarım, imanın şartlarını sayarım, abdest almayı anlatırım anca. Sizden ricam bana artık hızlandırılmış bir kurs başlatsanız da bir an önce pod binsem, kılıç kuşansam, yardım etsem sizlere." dedim.
Yoda beni haklı buldu. Yamrı yumru elleriyle Obi Bali Smail'e, bana hızlandırılmış kurs vermesini rica eden bir mektup yazdı ve ustama vermek üzere bana teslim etti. Elini öptüm ayrıldım huzurundan.
Artık beni bir hızlandırılmış kurs ve ne zaman başlayacağı belli olmayan bir galaksi savaşı bekliyordu.

Edit: Soundtrack de Emma Louise reyizelladan.

19.05.2015

Hırka Giy! Hastalık Havaları Bunlar, Korkuyorum

Ne zaman Radiohead dinlesem bir şeyler yazasım geliyor.
Ne zamandır da uzağım müzikten.
Ne kadar da çok oldu kendimle böyle başıboş kalmayalı.

Yok yok. Hikayem yok gül cemale gülücük düşürecek cinsten bu sefer. Çok uğraştım uğraşmasına ama sanki bitmiş bütün anlatım yeteneğim, yazamadım tek kelime. Diğer blog sahiplerini bilmem de anlatacağım şeyler varken yazamamak, bu anlatacağım şeyleri bir hikaye içinde kurgulayamamak canımı yakıyor artık son dönemde. Bu uzakta kaldığım dönemde bir çok seyahate çıktım. Bursa, Edirne, Tekirdağ, Boston, Ankara, İzmir, İzmit, Bakü... Bir sürü de hikaye topladım ama bir bütün haline getiremiyorum. Salt 'Şuraya gittim, şurayı gezdim, şunları yaptım.' yazısı da Demirbey tarzı değil.

İlla birileri Ah Müjgan Ah dedirtmeli hikaye dediğinde.
Ferhat, Şirin'ini bulsa da dağa salladığı her kazmada 'Ah Müjgan Ah!' demeli.
Musa, Sarah'a TC kimliği çıkarırken "Ya senin adın Müjgan mı olsa? Ya da Mehmet Aurelio?" diye sormalı.
Televizyonu açar açmaz, ağlayan gözlerle Sadri Alışık ekranda belirip "Müjgan'ın gözleri dört defa lacivertti." diye daha üstüne çıkamayacağım bir hayranlık betimlemesi yapmalı.
Kırmızı kablo mu mavi kablo mu kesilmeli ikileminde kalındığında bile "Ah Müjgan Ah!" denilip dört defa lacivert kabloya bıçak sallanmalı.


Şu anda ifif ifir Coldplay-Trouble çalıyor, sesi kapalı televizyonda Ahmet Davutoğlu konuşuyor. Ah Müjgan Ah!

Edit: No Surprises dinleyin siz de bu yazıdan sonra. Hayatımda dinlediğim en güzel şarkı, yıllar geçiyor etkisi değişmiyor.

Yakında görüşmeyi umuyorum.

25.03.2015

2 MART HAYATI

Kalktım. Şubat soğuğuna aldırış etmeden camı açtım. Huuuf diye hava çektim içime.
Bir daha...
Bir dahaaa...
Sonra 'Ananı sikiim ciğerim buzlandı lan!' diyerek kapadım pencereyi. Pencereyi terk etmeden önce gözlerimi kısıp adeta bi Legolas gibi İnönü Stadı'nın olduğu bölgeye çevirdim şahin bakışlarımı. Güzeeel, stad yükseliyordu.

Donla yatıyorum son dört aydır. Vücudum toksinlerini gece boyunca rahat salabilsin diye bu yöntemi geliştirdim. Önce çırılçıplak yatmayı denedim. İkinci çırılçıplak yatma seansımın sonunda zatürree olunca vaz geçtimbu hevesimden ve don atlet yanmaya döndüm.

Boxer'ımın altında açık kalan baldırlarımı şaka şuka tokatlayıp mutfağa doğru depara kalktım. İşte bu. 1-2 saniye arası bir sürede mutfağa eriştim. Dört metreyi gayet iyi geçmiştim. Biraz kendimle gurur duydum ve omzumdan öptüm kendimi. Dudaklarım atletin kumaşına değdi. Kumaş öpmeyi hiç sevmem. Hemen atleti sıyırdım omzumdan ve etimi etimi öptüm.

Tebrik faslımı bitirir bitirmez buzdolabını açtım ve hemen raftaki portakal suyuna uzandım. Paraya kıyıp aldığım taze sıkılmış portakal suyunu, bardağa koymak için bile bekleyemeden ağzıma dayayıp içtim. Portakal suyu bitmişti, pet şişeyi suyla doldurup şişe dibindeki posayı da içtim. Vitaminin bir gramı dahi dışarı gitmesin diye tadı bok gibi olan sıvıyı içtim. "Bir acıyı unutmak için daha büyük bir acı gerekir" düsturundan yola çıkarak ocağı açıp elimi ateşe tuttum. Çifte acıya davet çıkarmıştım. Hem elim hem de elimin kılları yanmıştı. Tütsülenmiş keratin doku kokusundan hızla uzaklaşayım diye bir kez daha baldırlarımı tokatladım ve salona kadar koştum. Salon kapısına gelende bir düz takla atarak içeri girdim ve devamında 25 şınavla sabah sporumu taçlandırdım. Şahlığımı ilan etmiştim fakat şahbazlığa yürüyeyim istiyordum. Alkışlı şınav çekmeye karar verdim. Henüz ilk denememde de ağzım üstü yere yapıştım.

Mesela Şınav
Gürültüye uyanmış olacaktı. Yüzümü parkeden kaldırdığımda göz göze geldik. 'Napıyorsun?' diye sordu. Alkışlı şınavı becerememenin verdiği utançla yüzüne bile bakmadan 'İnat ettim,ölmeyeceğim ben.' dedim. Hemen gözleri doldu ceylanımın, yanıma eğildi "Doktora gitmiştin sen değil mi? Kötü bir şeyin mi varmış?" dedi ağlamaklı bir sesle. Spor yormuştu ve acıktırmıştı. İçinde bulunduğum koşulları gözden geçirip 'He maralım, he türkü bakışlım. Ölümcül bir şeyler varmış vücudumda. İsim verme dedim doktora, random öleyim istedim, sürprizlerle dolu öleyim istedim. Ama yediremedim kendime ölümü, korkudan spora, iyi besinlere verdim kendimi. Şimdi iyi bir kahvaltı yapmam gerek dört çeşit peynir, pastırmalı yumurta, bal-kaymak, şokella, simit ve filtre kahveyle... Ölmek istemiyorum anlıyor musun?' dedim ve göz yaşları saldım mini mini göz pınarlarımdan. Hemen beklediğim reaksiyonu gösterdi ve sarıldı boynuma. 'Ben hazırlarım o dediklerini sana er kişim.' dedi.

Saçımda beyazlar o kadar çoğaldı ki bünyemde bunalım baş gösterdi son zamanlarda. Yaşlanmak öyle canımı sıktı ki geleneksel 2 Mart yazısını bile yazmadım bu sene. Ha ne değişti, nasıl geçti 3 Mart'ın derseniz. Aynı. Kötü. İyi ki yazmamışım soktumunun yazısını, boşuna hayaller sıralayacaktık buraya. Neyse, bu sporlar, bu portakal suları, bu sağlıklı yaşam ayakları hep bir yaş fazla olsun yaşamanın kurnaz hesapları. Hani bir yaş fazla yaşasam, o fazladan yaşadığım yaşın doğum günü en güzel doğum günüm olacak, hep hayalini kurduğum doğum günü olacak gibi. Klasik 2 Mart yazısı, yerini klasikleşmeye aday 2 Mart hayatına bırakıyor galiba.

'Balı uzatsana...' dedim kısa boylum al yazmalıma '...sağlık emikleyeyim biraz.'


Edit: Dinleyeni ıslatan şarkı. Ha ıslatıp dövüyor ama. Oldukça anlamlı benim için. Umarım yazıyı da şarkıyı da beğenirsiniz.

11.02.2015

Kar ve Düşündürdükleri

Yazıya böyle bir başlıkla girince herkeste bir Tuna Kiremitçi yazısı beklentisi oluşmuştur. Fakat kar bana doğalgaz faturamın zalımlaşması dışında bir şey düşündürmüyor.

Şimdi ben buradan sakın yanlış anlaşılmasın hanımellalara yürümek için yazmıyorum ama kedileri ve kuşları da düşündüğümü itiraf edeyim. Dün evimin kapısının önündeki çöpü fiti fiti yırtmaya çalışan kedi içimi cız ettirince evdeki Veli'nin yemini ve arada kedilere veririm diyerek aldığım kiloluk mamayı aldım indim sokağa. Ver ettim sevabı. Ver ettim sevabı.

Sonra sevap işleyip cennette dönüm dönüm araziye konmak için böyle naif ve aslında yapılması gereken bir işi yapmayayım; tertemiz, insani duygularla, vicdanımla bu işi yapayım istedim. Beceremedim. Yine aklıma kazanmakta olduğum sevaplar geliyordu. Hatta bir ara yemeklere uzak duran bir kediyi tutup ağzına zorla mamaları sokarken 'Cehenneme mi gideyim istiyorsun lan orospu çocuğu? Ne yaparsan yap gideceğim oğlum cennete! Elden ayaktan kesilmeye yakın bir de Hac patlatırım hopppaaaa. Ama şimdi sen bu mamayı yi-ye-cek-siiiiin! Yeeeeeee!' diyordum. İşte tam da o anda kedi "Neden her şeyi planlı yaşamak zorundasın? Neden bundan 30 yıl sonrasının planını bile kafanda tutarak yaşıyorsun?" dedi. Kedi dile geldi diye korkumdan kediyi fırlatıp ayağa kalktım. Arkamı dönüp eve koşacakken benden daha kısa bir insana çarptım. Neyse ki yere düşmemişti. Kolundan tutup şöyle bir baştan aşağı süzdüm çarptığım canlıyı. Ev sahibimin kızından başkası değildi bu. Nur'du bu. Önce selam verdim, sonra özür diledim. Muhabbet açılsın diye de kedinin az önceki dile gelişini duyup duymadığını sordum. "Allah Allah ne dedi ki sana?" dedi. 'Şey...' diyebildim sadece. Zira unutmuştum. Bu aralar sık oluyordu bu. Arabayı kitlemeyi unutuyordum, suyu açık unutuyordum, unutmayayım diye aldığım notu hangi not defterine yazdığımı unutuyordum. Mütemadiyen unutuyordum anlayacağınız. Plan lafı geldi aklıma. 'Planlı yaşıyorsun çok, kendine gel diyor kedi yahu. Pilan yapmayın pilan tutmaz Karadeniz'de ehhehe.' diye güldüm. Hem de bu güzeller güzelinin İsmail Türüt'ün bu eserini bilip bilmediğini kontrol etmek istedim. Sanırım bilmiyordu, zira gülmedi.
'Ne Coni'si ne Rus'u
Pusu kurmasın pusu,
Bölücülük borusu
Ötmez Karadeniz'de" diye de şarkıyı devam ettirdim. Hala gülmüyordu.

"Bendim onu diyen" dedi sadece. Ulan kediyi boşuna fırlattık gitti sevaplar diye düşündüm.



'Plaaan, yapmak zorunda olduğumuz bir şey değil mi Nur hanım? Örnek vereyim Her ayın 14ünde bankaya gidip kiramı yatırmam planlı bir yaşamın parçası değil mi? Ben o bebek gibi iki yüzlükleri hesabınıza ateş etmesem siz benden tiksinmez misiniz? Beni evden çıkarmak için bahaneler aramaz mısınız?' diye sordum. "Ben zaten şahsen sizden tiksiniyorum. Babamlar pek seviyor nedense. Bıyığın oluşu seni yaşlı camiasında sevilir kılıyor sanırım. Ben de umursamıyorum, sesimi çıkarmıyorum doğrusu." dedi. Beyaz Futbol'un ağzıma dolamış olduğu 'Haydaaaaaaa'yı koyverdim. 'Ne kötülüğümü gördünüz?' diye de sordum. Eve gelenin gidenin belli olmadığını, habire sabaha karşı alkollü kızlarla geldiğimi söyledi. 'Ben alkol kullanmıyorum.' dedim. "Alkollü olan kızlar zaten" dedi. 'Ha ben alkollü ile kızlarla arasında virgül varmış gibi anladım tonlamanızdan. Doğrudur. Kuzenlerim alkolik komple. Ama ben karışmıyorum. Birey onlar da neticede. Kendi kararlarını kendileri versinler.' dedim. "Yalan söyleyince de sevap point'lerin azalmıyor mu? Kuzen demeyin bir de rica ediyorum. Ben bilmiyorum sanki ne tarz kuzenler onlar. Ha annemler inanmış kuzenlerinin çok olduğunua. Aşiret diyorlar sana. Ben yemem ama. Ulan beş vakit namaz kılınan evdi orası, iyice şer yuvasına çevirdin girdiğinden beri." diye yüklenmeye başladı. Ben kendimle yüzleşmeyeyim diye aynaya bakmadan traş olan bir adamım, kalkmış bana beni sorgulatıyor gece gece. Daha fazla dayanamadım. Konuşmanın başından beri sağ elimin içinde tuttuğum bir avuç kedi mamasını zorla ağzına tıktım. 'Cehenneme mi gideyim istiyorsun lan orospu çocuğu? Ne yaparsan yap gideceğim kızım cennete. Ama şimdi sen bu mamayı yi-ye-cek-siiiiin!' dedim.

Edit: Soundtrack de Explosions in the Sky'dan gelsin.