23.12.2011

ŞİFRE 1234

Kapkaranlıktı her yer, fakat saate danışarak günün hangi dönemi olduğunu söylemeniz istense 'Haa sabah olmuş.' derdiniz; saat 6:00 ydı ve sabah olmuştu. Üzerinden yorganı atmasına engel oluyordu çarşaf ve yorgan arasında oluşmuş, vücudunu çevreleyen sıcak hava. Başının altındaki orta sertlikte ve alçak yastığın altına sol elini soktu, çakmağını çıkardı; sağ elini ise boyuna kısa gelen, ayaklarının dışarı çıktığı, bu nedenle ya köşegen şeklinde ya da cenin pozisyonunda yatmak zorunda olduğu yatağının altına doğru götürdü ve içinde iki sigara kalmış olan bir paketle kültablasını çıkardı.

Hiçbir rengi barındırmayan bir güne uyandığının farkındaydı. Annesinin kansızlıktan solan teni kadar renksiz bir güne.

Harun; gözünün altındaki torbaların, yüzüne sinirli bir ifade yerleştirdiği, ruhu bu sinirden nasibini bir gram olsun almamış, bıyıkları ile çirkin yapılı ağzını ve dişlerini örtmeye çalışan, alnı ve gözlerinin kenarı genç yaşına rağmen kalıcı çizgilerle dolmuş genelinde sessiz, özelinde kakafoni barındıran bir adamdı.

Sigarası bittiğinde yattığı yataktan çıktı ve terliklerini biçimli ayaklarına geçirdi. Dışarı çıkması gerekiyordu ve bunun için hazırlanmaya fazla vakit ayırmayan biriydi. Yaklaşık 10 dakika içinde hem traşını olmuş, dişlerini fırçalamıştı hem de üstüne başına sokakta gören birinin yadırgamayacağı, hatta kimisinin uyumlu dahi bulabileceği birşeyler geçirmişti. Üstüne giydiklerini, kafasında o gün giymeyi düşündüğü ayakkabıya göre şekillendirdiğinden kapının önünde neredeyse hiç vakit geçirmedi.

23 çift çorabı vardı. Hepsi de kırmızıydı. Konusu açıldığında batıl inancı olmadığı konusunda iddialaşacak inatçılıkta olmasına karşın kırmızı çorap giymenin kendisine şans getirdiğine inanıyordu. Pantolonunun sağ ön cebinin iç tarafındaki bozuk para cebinde de mutlaka şans bilyesini taşırdı. Şans bilyesinden ne yazıkki 23 adet değil tek bir tane vardı. Beyaz alt renkli; üzerinde bilyenin iki ayrı yarımküresinde birbirinden bağımsız  akmakta olan turuncu ve yeşil iki çizgi barındıran, önemsenmeyecek, endişelenmeye değmeyecek derecede ufak bir de çatlağı olan bir bilyeydi bu.

Ayağında kırmızı çorapları ve cebinde bilyesiyle günün ilk ışıklarını beklemeden yola düştü. Bir önceki gün görmüş olduğu kızı yeniden görmek için yine aynı saatte aynı otobüse binmeye çalışacaktı. Her gün başka bir kıza hayran olur, bir sonraki gün onu tekrar görebilmek için hayran olduğu kızı gördüğü yere, gördüğü saatte koşardı. Bugüne kadar  hiç bir hayran olduğu kızı ikinci defa görme başarısına ulaşamamıştı. Ta ki düne kadar...

Artık üçüncü görüşünü kovalıyordu. O varla yok arası sürdüğü rujundan ojesine, ayakkabısından yüzüğüne her detayını aklına kazıdığı o güzel canlıyı iki defa görmeyi başarabildiyse bu gerçekten birşeyin işareti olmalıydı.

Bilmiyordu yine de, üçüncü defa da karşılaşmayı becerdiği anda ne yapacağını, sesini çıkaramayıp bu sefer de dördüncü karşılaşmanın peşine mi düşeceğini; yoksa Kevin Spacey'in 'Seven' filminde Brad Pitt'e bağırdığı gibi 'Laaayt!' diye arkasından mı uluyacağını bilmiyordu. 'Üç' diyordu içinden durmaksızın, maç öncesi kendisine skor tahmini sorulan taraftarın umarsızca 'Beş beş beş' diye bağırdığı tempoda. Kendisi de biliyordu aslında farkedilişi kaçıncı görüşmeye denk gelirse o zamana dek ıslak köpek gibi tir tir her gün kendi şansını yaratmaya çalışacağını, açıp o şekilsiz ağzını, oynatıp o pis dilini 'Ben buradayım' demeyeceğini.


Coldplay- Trouble

13.12.2011

Duygulandım Beybim


Hüzünkovan kuşu diye miy miy girme şarkıya
Hayatımda da duymadım öyle kuş zati.
Muhabbet kuşuyla edilmesi muhtemel muhabbet belki hüznü kovar,
Orasını bilemem.
Zaten mahmurluk dediğin, duygusallık dediğin şarkıyla türküyle başlamamalı bebek
Gogol Bordello'da ağlamışlığın var mı senin?
Peki ya bi 10 liran?
Sigaram bitmiş. Maaş kartı evde kalmış maralım
Esirgeme erkeğinden, ateşle bi 10'luk
Sikik tipimde bir albeni olmadığından
Şeytan tüyü denen meretten de nasibimi almadığımdan
5 vakit sesimi övüp duruyorsun tıpkı bir ibadet gibi, tıpkı şişman kız öğünü gibi
Övüyorsun övmesine dudu dillim, aybalam
İşte o sigara olmasa benim Müşfik Kenter sesi Nihat Doğan'a bağlar önünü alamam.
Hem ben biliyorum benim tipime acayip sinir olduğunu.
Kavga ettiğimiz zamanlar ben 'Kahretsin!' diyip klip tadında hüzünlenirken;
Kah duvardan resmini indirip,
Kah odamda, üzerimde takım elbise olmasına aldırış etmeden çömelip,
Kah duvarlara görsel güzellik barındıran tek yumruk atarken...

Sen!
Ah sen!
Sen 'Tipini siktiğim' diye bacak arana yastık, eline nutella kavanozu alıyorsun.
Çağırıyorsun kız meclisini,
'Üzülme Melis', 'Ağlama Melis' dendikçe ilgiden aklını çıldırıyorsun
Bir yandan da yalandan ağlıyorsun.
Gel inkar etme.
Adeta seviştiğin bu bıyıklı adam bir Richard Gere'mışçasına,
Efenime söyleyeyim bir Hugh Grant'mişçesine,
Yaşadığın aşk dillere destan, dünyadaki tüm aşkları ayakta tutan bir aşkmışçasına hüzünleniyorsun.
Adeta bir Romantik Komedisin kuzu dişlim.

Ben bıktım bu yalan dolandan.
Benim hüznüm de sevincim de Flash TV frekansından.
Sense "Cnbc-e beni kesmiyor, internetten diziye başladım" diyorsun.
Akasya Durağı'na burun kıvırıp mutluluğu uzaklarda arıyorsun.
Ben...
Haylaz yakışıklın,
Divane Serserin,
Yenibosna Stayla Demirbey'in sana paralı yayına başlayacak.
Şifre koyacak.
Sen bile çözemeyeceksin
Yıldızlar çözemeyecek.
Biru Çurum gibi düşücem gözlerinden
Biru Çurum kim sorgulayacaksın.
İster 'Vaay' de
İster 'Götün kalkmış' de.
Ben 1.80 im bebek, sesim de güzel.
Akıl ala ala geziyorum ortada
İşine gelirse.
Ha bu arada
Yılbaşında ne yapacaksın?

10.12.2011

79,90



Eldivenleri çok güzeldi. Elleri de öyle... Hangisini görmek istediğime karar veremedim, ikilemde kaldım. Eldivenlerini çıkarıp masanın üzerine koyduğunda ikisi de ayrı ayrı görüş alanımda olduğundan bunun en iyisi olduğunu düşündüm. Varlığıyla görsel ziyafet sunuyordu bana. Ama o ziyafet yetmezmiş gibi yiyecek birşeyler söyledim hem ona hem kendime. Aslında ona ya da kendime söylemedim, garsona söyledim. Garsona yiyecek birşeyler söyledim, o bize getirdi. Biz de yedik.

Biriyle karşılıklı oturduğum zaman yemek yerken gerilirim oldum olası. O saniyelik ağız açışlarım saatlerce sürüyormuş gibi utangaç yemek yerim. Şimdi bir de bıyığım var, haliyle gerilimim katlanıyor. Bir elim sürekli peçetede. Sebepli sebepsiz silmelerden bıyıklarım aşınıyor. Burnuna bakıyorum, yıldızlı.. Dişlerine bakıyorum. Nizami, dümdüz. "Kurbanlık olsa kaçarı, yok gitti." diyorum. O ağızdan henüz söylenmemiş ninniler çalınıyor kulağıma, kulağımı bırakıyorum masallarına, içim geçiyor.

Bir gece öncesinde baktığım ağız bugün baktığım ağızdan çok farklı. Semih'in ağzına bakıyordum bir gece önce. Normalde işitme engelim yok, Semih'e karşı da hallenen bir yanım yok. Ağzının içine bakmamın nedeni girmiş olduğumuz mekandaki yüksek sesli müzik. Duyamıyorum Semih'i. Duymak istiyorum, zira yüzümü güldürüyor ve gülmeye ihtiyacım var. Paris, Münih, Roma, Manisa, New York , Miami, Rio, Manisa Manisa Manisa Manisa diye şarkıya eşlik ediyoruz. Kalabalık bir grup olarak gitmiştik bara. Ama kafası uç noktada iyi olan bir Semih bir bendim o gece. İkimizin de ne kadar içtiğini bilmiyorum. Semih'i takip etmedim, ben de bi duble içicem dedim, sonra dostların serpiştirilmiş olduğu upuzun masada sağa sola gezerken 'Kardeşim benim bardak orda kaldı ya alıyorum tiksinmezsen' diye diye masanın tüm anasonunu emdim. Üzerine bir iki de arkadaşlık adına duygusal, özlem içeren cümle işitince ben amı götü dağıttım. Semih de benden habersiz bana eşlik etmiş sağolsun. Herkesin Semih gibi bir arkadaşı olmalı bu arada. Hani şu vakti zamanında Semih K. ismiyle adına yazılar yazdığım adam. Evet, herkese onun gibi arkadaş lazım.
Semih'in kulağına yanaşıp 'Çok güzel. Çok...' diyorum. "E yapıştıralım kardeşim o zaman. Tısss" diyor. Aslında onu demek istemiyorum ama sırf kafa güzelliğimden dilimi ağzımın dışına çıkarıp yüksek frekanslı titretme hareketlerine giriyorum. Neyseki sonra düzeltip 'Ya ben bunlardan bahsetmiyorum, benim dediğim hani şey var ya...' diye başlıyorum güzelliğin kaynağını anlatmaya. Dakikalarca anlatıyorum. O demin, gürültüden yarım metre yanımdaki adamı duymayan kulaklarım hiç bir gürültü sesi algılamıyor cümlem sona erdiğinde, hiçbir sesi algılamıyor. Ölümüne sessiz etraf, insanların bu sessizlikte masaların, yarım duvarların üzerinde sürdürdükleri dansa şaşıyorum. Kafam sağa eğimli Semih'e bakıyorum. Dertsiz adama dert katmışım. Hüzünleniyor gözleri, yutkunuyor. Ne garip ki yutkunuşunun çıkardığı sesi çok net duyuyorum. Cilalık bira şişesini kafama dikiyorum. Semih'in iman tahtasına dokunup asıl kalabalık güruhun yanına dönüyorum. Ses yok etrafta. Çakıl yüzüme yaklaşıp birşeyler bağırıyor. Tükürüğü yüzüme geldiği için tiksinip siliyorum o tükürüğü. Ağzına bakıyorum. Bir gün sonra göreceğim ağızla kıyaslanamayacak, Semih'inkinden bile kötü bir ağız. Çakıl cümlesini bitirmiş, kurduğu ve benim duyamadığım cümle bir soru cümlesi sanırım, yüzüme bakıyor. Ya da bir espri, gülümseyerek onaylamamı bekliyor. Onun da iman tahtasına işaret parmağımla dokunup "Ben hepinizi çok seviyorum" diyorum, kendimi dışarı atıyorum. Hayatımın en garip gecelerinden birini yaşıyorum. Kendimi kaybetmek üzereyim ve onu içimde taşıdığımdan, kendimi kaybedersem onu da kaybederim korkusuyla ayılmaya çalışıyorum. Ayık kalmaya...


'Saçların...' diyor '...güzel olmuşlar.' . Kafamın üstünde çıkan kılları övüyor. Bense onun güzel gözlerine güzel birşey gösterdim diye seviniyorum, saçımın bana yakışıyor oluşu umrumda değil. Zaten soruyor 'Neden bu kadar iyi olmaya çalışıyorsun, bu kadar düşünceli olmaya...'. Çalışmıyorum ki aslında. Öyleyim. Sadece karşımda bir Allahın kulu üzgün dursun istemiyorum. Ve olaylar gelişir... Yaşar Usta, Sucu Rıza, İsmail Abi. Belki bu üç adamdan biriyim, belki hepsinden birer parça taşıyan bir adam, belki de tamamen ayrı özelliklerde ama aynı neticede bir adam.

Edit: Arkada tıngır mıngır Radiohead'den Street Spirit çalıyor.




24.11.2011

IRKÇILIK HA?

Üzerinden neredeyse 1 hafta geçti ama ben daha salim kafayla oturup bi içimdekileri dökemedim şu blog'a.

Geçen cumartesi Beşiktaşkımın Galatasaray'la oynadığı futbol maçı için İstanbul İnönü Stadı'ndaydım yine. Yine kapalı altta... Oynadık, sallamak ne kelime sağlı sollu dövdük, olmadı, olduramadık. Yukarıdaki bazen kanaat notuyla sizin teşekkürünüzü takdire çevirebildiği gibi elinizdekini, hakettiğinizi de alabiliyor. Sonuç ne olursa olsun o beyaz forma siyah şort beyaz tozluklarla sahaya çıkan her bir çocuğun ayrı ayrı (Belki biri - Q7 hariç) canlarını dişlerine taktıklarını, maçı kazanmadan eve gitmeyi istemediklerini gördüm, hissettim. Bu nedenle skora takılmadan, hayal kırıklığımın üzerinde durmadan o çocuklara, yine biri hariç ayrı ayrı teşekkür ederim.

Gel gelelim maçtan daha çok öne çıkan olay Eboue ve ırkçılık konuları oldu. Eboue başta olmak üzere tüm rakip oyuncular maçı yerde yatarak tamamlamaya kalkınca taraftarın tepkisi oldu. Cihan kralının takımı gelse, o Şeref'li stadyumda bir dakika vakit geçirmeye kalksa aynı tepkiyi o da görür, zira o staddaki herkes oynanan oyunun kah rakip tarafından kah kendi oyuncusu tarafından hakkının verilmesini istiyor. Tribünde ben dahil bir çok adam yemeğinden sigarasından para ayırıp, binbir fedakarlıkla o maçı izlemeye gelmiş, sen yerde yatıyorsun. Benim her bir dakikasına 1 lira ödediğim etkinlikte sen hırsızlık yapıyorsun. Ekmeğim kadar köfte koymak varken sen yeşilliği basıp köftelerden çalıyorsun. O zaman tepki gösterilir, alınmaca gücenmece yok. Komik olan çıkıp taraftar grubunu ırkçılıkla suçlaman.

Taraftarın alıp en bi candan bağrına bastığı, takımdan ayrıldıktan sonra bile gözünü gönlünü ayırmadığı oyuncusu siyahi bu takımın. Melez falan değil, bildiğin siyahi. O senin ırkçı dediğin taraftar binlerce kilometre ötede, İspanya'da bir adam rengi yüzünden aşağılanıyor diye 3 gün sonrasında tribünün en orta yerinde, tam da kalbinde 'Hepimiz Eto'o yuz!' pankartı açıyor, lanetliyor renkle, dinle, dille, coğrafyayla insan ayıranı. Sırf insanla da kalmıyor; yunusa, kediye köpeğe, baykuşa bir gram zulmedilse o taraftar grubu çekiyor dikkatleri yapılan terbiyesizliğe. Hiç mi anlatmadılar, hiç mi bahsetmediler dost sohbetlerinde sana abilerin. Anama küfrettiler, bacımı karıştırdılar de, amenna ama ırkçılıkla suçlayamazsın ki bu adamları, bizi. Bilip bilmeyen inanır. Ama yalancısın artık gözümde, ben biliyorum kendimi, bizi.

Milliyetçilik kisvesi altında Kürdü, Rum'u, Ermeni'si topun ağzına getirilen bu ülkede bu taraftar açtı 'Hepimiz Ermeni'yiz' pankartını, bu taraftar karşılıklı kırmızı-yeşil diye bağırdı Diyarbakır'lılarla, bu taraftar kardeş kulüp belledi Yunanistan'ın PAOK takımını. Kimseden korkmadan, diyeceğini içine atmadan mertçe söylediler kardeşçe dileklerini.

Hak yaradan seni de öyle uygun görmüş, farklı renkte yaratmış. İnan dert değil, inan o forma altında o spor ahlakından yoksun işlere girişmeseydin bir gram da bulaşanın olmayacaktı. O gece o taraftarın derdi tribünlere buyrun gelin aşağı hareketi yapan, ardından kasıklarını tuta tuta tribüne gösteren Engin Baytar'laydı sadece. Kenarda takımını yöneten terbiyesizin, saha içindeki birkaç piyonundan biriydi o ve bizim derdimiz de onunlaydı çikolata renkli kardeşim. Ama sen emek çaldın, sen cebimdeki parayı çaldın. Ve tepki gördün, tüm olay bu.

Yalan söylüyorsun. Milyonlarcasını inandırdın kendine, peki ya yalan söylediğini bilenler, en az o inananlar kadar fazla olan o güruh... Nasıl bakacaksın suratlarına. Kusura bakma çikolata renkli kardeşim ama yalan söyledin. Göz göre göre...



Son bir şey daha sevgili Eboue. O tribünden kimse sana renginle alakalı aşağılayıcı bir söylemde, eylemde bulunmadı. Ama bil ki bir ademoğlu dahi buna kalkışsaydı bir kaşık suda boğulurdu orada, müsaade edilmezdi asla. O terbiyesize de o terbiyesizliği yapma fırsatı tanınmazdı. Kendimden biliyorum, bizden biliyorum.

12.11.2011

İSMAİL ABİ

"Kitap insanın en iyi dostu olmalı ama bence." şeklinde kız devrik cümlesi kurdu. Karşımda bir Semih, bir Emin olsa 'Ya bi siktir git cancağızım' der, ağzının payını verirdim. Ama o, kız olduğu için, yetmezmiş gibi bir de çok güzel olduğu için 'Bittabi!' diye destekledim onu. "Herkes kitabını götüne sokmalı bence." dese, kalkıp İlahi Komedya'yı rulo haline getirip götüme sokardım. Böyle de kaypak bir tarafım var. Hoşlandığım kız gelsin muhteşem grup Ayna'yı kötülesin, Ayna grubunun elemanlarının evlerini arar bulur, kapılarına dayanırım. Dışarı çıkıp döğüşmeye davet ederim. "2-3 grup üyesi birleşip bekar evine çıkmışlar abi." gibisinden bir bilgi geldiği takdirde ben de boş durmam, bilirsin. Çevrem geniş. Derhal adam toplar öyle basarım o grubun evini.


Manowar'dan ayırt edilebilme maksatlı turuncu giyinilmiş.'Ouff Kasım'da aşk başkadır diyorlar güya, nerde hani ouuff' diye kızsalca yakındı. Filmin adı Sweet November, Tatlı Kasım, Cici Kasım diyemedim. "Hipermetrop musun ki acaba? Yakınındadır belki, çok yakınında" diye adeta bir homoseksüel gibi aklımca 'Bak! Bana bak la! Şşşş! Hooo!' diye kendimi gösterdim sırf aylardan Kasım diye libidosu tavan yapmış ceylana. Neden nabza göre şerbetçi olmuştum? Nedeni neydi bu kaypaklığımın?

Beni denemek maksatlı 'MASA'yı övse, ben de coşup ben de övsem 'MASA'yı, yere göğe sığdıramasam, kız olsam 'MASA'ya verirdim desem; sonra kurnaz gibi, sinsi gibi "Ne kadar 'MASA' varsa topunun anasını sikeyim" diyerek deneme işlemini başlatsa. Anne gibi kutsal bi kavrama ağzının öykünmesini garipsemeden, "Senden sonra da müsaadenle ben sikeyim canısı!" diye bitaraf olamayıp bertaraf olurum. O'nun da istediği bu tabi. 'Vay...' dese 'Sen ne pis, ne yanardöner ne amsalak' adammışsın' dese, benim karaktersiz bi it olduğumu yüzüme vurma maksatlı böyle ali cengiz oyunu düşündüğünü itiraf etse, 'Negzel düşünmüşün dudu dillim, hem ben zeki kadınlardan hoşlanırım' desem ama iş işten geçmiş, sözüm beş para etmez hale gelmiş olsa ve O beni o sohbet yerinde bırakıp gitse. Ne derim ki? Hiçbir şey diyemem. Anca 'Amsalaklık değil ya! Bi kere insan sevdiğine 31 çekemez ki' diye hüzünselce bağırırım arkasından. Ne çare...


Kasım'da aşkın başkalığını bitirince, yaklaşan tarih 11.11.11 saat 11:11 geyiğine sardı. Saatle ilgili tek ilginç olayı akşam saate bakıp 19:03 ü görürse mutlu olan, Beşiktaş şarkıları söylemeye başlayan benim zerre sikimde olmayan bu şeyi ben de önemsedim tabi, hiç durur muyum? Ama nasıl uzaklaştım, nasıl başkalaştım kendime tarif edemem. Dilim onu onaylayadursun, dimağım "Hicri takvimde de oluyor mu lan böyle olay? Takip ediyor mudur ki böyle olayları Hicri'ciler de?" konusunda takılmıştı.


Ben bütün gün O'nu onayladım. Akşam eve geldiğinde onaylama gereği duymadığım, sohbet ederken benliğimden çıkmadığım, yanar dönerliğe bulaşmadan aynı taraflarda yer aldığım, gocunmadan - ürkmeden farklı taraflarda yer almayı da kabullenebildiğim ve yine güzel, belki O'ndan çok daha güzel canına yandığımın facebook profil sayfasını açtım. Sik yazsa beğenen, sok yazsa ayakta alkışlayan, peçete yazsa şapka çıkartan iki üç tipi farkettim. Sabahki kaypak halim geldi gözümün önüne. Neden sonra bu üç tipi, kalabalıkta metrobüs bekleyen, yan yana duran üç adam gibi gördüm. Üçü de kapıyı kendilerine göre parsellemeye çalışıyor fakat kapı kimin önünde duracak orası meçhul. Yine de kapının gözüne kendilerini sokabilmek, kapıya kendilerini farkettirebilmek adına omuzlarını kabartıp, ayaklarını pergel misali açarak kapladıkları yüzey alanını genişletmeye çalışıyor, sınırlarını mümkün mertebe en üst seviyeye çıkartarak şanslarını arttırmak istiyorlardı.


Sonra o üç adamın arkasında kendimi gördüm. 'Ayakta da giderim' diye düşünen, kavgaya gürültüye gelemeyen, hem olur da oturursam ve başıma bir yaşlı teyze gelirse, binbir emek aldığım yeri vereyim-vermeyeyim gerginliğine girmektense bu gerginliği başka kullara bırakan. Oturmak isteyen, ama oturmanın meşakatine göğüs geremeyen kararsız bir adam.

Zaten ben isteyen ama istenmeyi de bekleyen, asla ısrarcı olamayan, kararsız 'Orta şut karışımı bir vuruş'tum.


(Bu güne dek bir yıl içinde en fazla 40 yazı girişi yapabilmişim. Bugün itibariyle yılın bitmesine 1,5 ay kala bu sayıya eriştim. Mutluyum. Çok... Coldplay'den Talk çalıyor şu anda efem)

6.11.2011

117

Çok yakında sigarayı bırakacağım. O sabah sırf içeceğim sigaraya altlık olsun diye pastaneye gidip 2 kaşarlı simidi paket yaptırdım. Yalnızlığımı kırsın diye de adetim olmasa da pazar ekli bi gazete aldım. Maksadım içinde olduğum yalnızlığın etrafa yaydığı kokuyu biraz olsun dağıtmaktı, pazar eki bir cam açma etkisi yaratır bünyemde diye düşünmüştüm. Allah için ergenlere yönelik şapşahane fotoğraflar koyuyorlarmış o pazar eklerine. Biz gözlerimizi sıkı sıkıya yumup çalışırdık zamanında. Gerçi şimdiki ergen de proksiydi, de-ne-se'ydi takılıyor, mecmuaya eke mi kaldı orası ayrı. Ama imkanı olmayan ergenler için güzel bir ekmiş pazar eki.

Neyse efendim, ben o pazar ekinde, zerre sikimde olmayan ünlü hayatlarını sırf ekle aram bozulmasın, ihtiyacım olduğunda bir daha alabileyim diye hmm hmmm diye biyografi okuyormuşçasına okudum. Yolda görsem düz adam, düz kadın diyeceğim ama pazar ekinde "cemiyetten isimler" sıfatıyla kendilerine yer bulmuş godamanlara göz gezdirdim. En arka sayfaya geldiğimde ise overdose yakışıklıya maruz kaldım. Kurduğum son cümle yüzünden cinsel tercihimin sorgulanmasını istemem (homofobik olduğum da düşünülmesin, Kallavi sokağa girip çıkmış adamım ben, ama heteroseksüelim). Overdose yakışıklıya maruz kaldım dememin sebebi; o son, o sınırlı, o zaten yarısı reklam olan sayfada Kenan İmirzalıoğlu, Mehmet Günsur, ve Kıvanç Tatlıtuğ gibi Türk kızları nazarında ultra mega beğenilen üç adamın birden fotoğraflarının bulunmasıydı. Bilen bilir, sesimim güzelliğiyle (Şarkı söylerken değil, ama konuşurken adeta bir Müşfik Kenter'im), entellektüel birikimimle övünürüm sadece ama tipimle değil. Zaten tipimi sevsem gram sevmediğim İlyas Salman'ın yeniden moda olmasını, Mavi Jeans reklamlarında Kıvanç yerine boy göstermesini gönülden ister miydim?

Bir Kıvanç'ı süzdüm, bir Günsur'u, bir Deli Yürek'i. "Alayınıza kezzap ulan" diye içten bi beddua salladım.


Tipimle de fazla derdim yok aslında. İlerde nefes alamayıp öleceğim nasılsa ve gömecekler falan. O sarı lepiska saçlar da gömülecek, benim 312 numara kestane saçlar da. Benim derdim ilk intiba. Sorsan çoğu kişi ben eline ben götüne ben gözüne diye sallıyor ilk baktığı yerleri. Aslında komple adama bakıyorlar işte. İş elle olsa Solo reklamında 'Hem yumuşak hem hesaplı' diye ellerini kıpırdatan adam tüm kıtayı sekse boğardı. Ayrıca dünyanın en güzel eli 22 Haziran 1986'da kullanıldı ve rafa kaldırıldı o tamamen ayrı konu. Her neyse, yukarıda saydığım ülkenin 3 önde gelen yakışıklısından daha dolu adamım büyük ihtimalle ama o 3 adamla aynı masaya otursam, masaya gelen ilk kız bana sipariş verir; beni hakir görür. Ben de kızın bu ukala tavrına sinirlenip patlarım üçlüye: 'Ortalama güzellikte kızlar gibi, daha güzel gözükebilme maksatlı çirkin arkadaş diye mi gezdiriyorsunuz beni yanınızda lan! Mitolojiden fırlamış gibi kas yığınısınız, rabbim boş zamanında yaratmış her birinizi, neyimden korktunuz da böyle kullanıyorsunuz beni. Çirkin arkadaşsız da gayet göze yakışıklı geliyorsunuz lan.' derim ve eklerim 'Kıvanç şu kardeşin var ya hani sen kuzeysen o güney, sen güneysen o kuzey. Hah o işte senden yakışıklı oğlum. Günsur! Senin de filmlerin sikimsonik kusura kalma ajan! Kenan! Senin de Ömer halin Ezel halini sikip atar.'
İşte böyle über üçlü arasında istediğiniz kadar Mecnun olun Leyla'nız kaçıyor. Hepimiz kaçırmışızdır. Halbuki belki de o kızı en çok ben sevdim ve gelecek zamanda da en çok ben sevebileceğim, o sevme, mutlu etme işini en layıkıyla en had safhasında ben gerçekleştireceğim.Olamaz mı? Olur!

Belki o kız da en çok benimle mutlu olacak. Olamaz mı, olur! İşte bir tek kaşım gözüm ağzım burnum yüzünden kaçırmayayım neşe trenimi. İsyanım buna.

Kız üçünden birini seçtiğinde Lüffücüğüm gibi 'Yalnız Daver Bey! Bu Tosun Paşa biraz çapkındır. Bu Tosun Paşa'nın içkisi vardır, kumar da oynar' şeklinde nifak da sokmam, çekilirim köşeme pansumanımı yaptırırım. Zaten ben o filmde Daver Bey'in kızı Leyla ne Seferoğlu Suphi'ye ne hakiki Tosun Paşa'ya verilsin istemedim. Ben Şaban'ı destekledim. Kaçıncı izleyişim, sonunu bildiğim kesin, fakat hala ilk defa izliyormuşçasına üzülürüm Leyla ile Hakiki Tosun Paşa'nın öpüşme sahnesinde. Eminim Şaban'dı Leyla için iç açıları toplamı 181 derece olan üçgenleri çizebilecek olan.


Edit: Sakin'den İlk Yara'dır ilham kaynağım iki gecedir.

1.11.2011

Ama Maddi Manevi! Maddi Manevi!

O sabah kalkıp da bir böceğe dönüşmüş olsam daha mutlu olurdum. En azından farklı birşey tecrübe etmiş olurdum. Sabah kalktım. Böceğe dönüşmemiştim. Dişimi fırçaladım, üstümü değiştirip çıktım. Üstüm kaldı.

Apartmandan çıkar çıkmaz fırsst fırrst sesleri çalındı kulağıma. Henüz gün doğmamıştı ve Erkin Koray'ın ana bacı girmeye yeltenip, henüz çok geniş bir toplum olmadığımızı düşünerek 'kör olası' şeklinde içinden geçenleri sansürleyerek sıfatlandırdığı çöpçü amaçsızca kaldırımın tozunu alıyordu. Her sabah olduğu gibi...


Yolun karşısında üç kişi bekliyordu. Sabah ezanının henüz okunmadığı bu vakitte ayakta olduklarına göre onların işyerleri de şu anda durduklarından farklı bir kıtada olmalıydı. Benim gibi... Önce iki genç arkadaşın ortak servisi geldi, binip gittiler. Sonra tıknaz, topsakalın modasının geçtiğinden bi haber olan, yerel kanal haber spikeri tipli adamın servisi geldi. O da binip gitti. Her sabah olduğu gibi...

Tıknazın binişinden 1-2 dakika sonra da benim servisim geldi. Önce şöföre, ardından benden önce servise binen tek kişi olan bi kadına günaydın dedim. Günaymamıştı oysa ama dedim. Her sabah olduğu gibi...

Yediğim poğaça, içtiğim çay-sigara sayısı, saatleri herşey asker disiplininde vakit şaşmadan yaşanıyordu.

Bilen bilir Almanlar disiplinli sayılınca disiplinli sayılanlardan olamadım. Hep 'Olur yeaa, yapılır' cı, son dakikacı adam oldum. Bu; kahramanın tanıtıldığı giriş bölümüne, kahramanın başına olayların geldiği, kahramanın zor duruma düştüğü gelişme bölümüne ve kahramanın bu zor durumdan türlü şekillerde düzlüğe çıktığı ve hikayeyi mutlu sona bağlayan final bölümüne sahip olan klasik sinema türüne başkaldırmak isteyip de hal mecal bulamamak... Hey Hat!

Neyse ki altı yaşında çocuğun kafasında canlanan henüz yedi günlük,hilali biraz geçkin, yarım aya henüz ulaşmamış, kafasında ucu ponponlu uyku şapkası olan, eblek gülüşlü ay dede tasvirinin bir benzeri de benim kafamda var. Bembeyaz tenli, burnunun üzeri çilli, kızıl- perfume (the story of a murderer) filminden fırlamışçasına güzel saçlı kadın da benim güzel kadın tasvirim. O kadın sağolsun bu ara her sabah böceğe dönüşüyorum, gün içinde insana evriyorum, insanca yatıyorum ve yeniden böcek olarak kalkıyorum.


Ve İstanbul'da bu tasvir sayesinde moraller gayet iyi. Eööö ga gayet iyi.

Hepinizi baya baya özledim, baya baya da öpüyorum.

(Edit: Yazsam roman olur tarzında, komikli şeyler gelip duruyor başıma, velhasıl mukadderat zaman yok kalem kağıda düşmeye. Elbet olacak... )

(Edit Piaff: Bir kaç yazıdır belirtmemişim "fonda arar" şeklinde yazı boyunca fonda bana eşlik eden şarkıyı . Bu yazıda bana hyperlinkimizdeki bu şarkı eşlik etti.)

9.10.2011

Şehir Efsanesi

Risk almak nedir bilmem. Kafamı kazıtmayı bilirim, severim de. İnsanlar kafalarını kazıttıklarında çocukluk izleri de su yüzüne çıkar. Çocukluktan kalan kafa yarılmaları, yani yaramazlık anıları. Yaramazdım tabi. Amma kafamı yaracak kadar yaramaz olmadım hiçbir zaman. Dedim ya paragrafın başında da: risk almak nedir bilmem. Ağaca çıkardım, ama düştüğüm takdirde canıma zarar gelmeyecek kadar. Koşardım, ama düşmeyeceğime emin olduğum zamanlar ve yerlerde. Tabi ben de bizim eski kaleci Fevzi Tuncay gibi kafamda saçtan çok delik olsun istemiyorum ama yani insan bi tane göstermelik birşey de arıyor bazen.


Fevzii! Fevzi ıskalıyor ve goool! Şampiyonluk kaçıyor!
Yaptığım bahis kuponları bile 1'e 3-4 verir en fazla. Doldurur da doldururum oysa kuponu. Ama her maçı garanti maç oynarım. E haliyle de oran bir türlü yükselmez.

Ertesi gün sınavım varsa, bir arkadaştan gelen telefonla çılgınlık yapamam. Yüksek ihtimalle o sınavın dersinden kalacağımı bilsem, dışarı gitmeyip evde oturduğum takdirde o derse yine çalışmayacağımı bilsem de vicdan mekanizmam ağır basar. Oturur iki dakika kağıtlara bakar, hmm hmmmm der yatar uyurum.

Böyleyken böyle. Neden bunları anlattığıma geleyim.Uzun zamandır yazmadım buraya birşey biliyorsunuz. Bu uzun zaman aralığında bişeyler bişeyler oldu, sonra o bişeyleri bişeyler daha takip etti ve ben en sonunda İstanbul'da bir iş buldum ve topladım pılımı pırtımı, daha okulum bitmemiş, kol gibi bir ders beni bu eğitim öğretim yılının ilk döneminde bekliyorken sadece sınavlarına girerim diyerek, belki de ilk ve tek riskimi aldım hayatımda ve attım sözleşmeye imzamı. Yerleştim İstanbul'a (Gerçi kabanı ankarada bırakmışız, sabahları ve geceleri üşüyoruz reyiz).

Öyle yek başıma şimdilik bi yandan çalışmaya, bir yandan da eşin dostun yanında değilken hayat nasıl sürdürülüyormuş öğrenmeye çalışıyorum. Eşim dostum telefonlarıyla, mesajlarıyla beni yalnız bırakmıyorlar, negzel. Çalışma kısmıysa güzel, Kendi biranı, kendi sigaranı almak, alabilmek... Mutlanıyorum elimde olmadan.
Beck's--> Probably the best beer in the world (sorry carlsberg)

Almış olduğum bu ilk ve tek büyük riskten şimdilik ziyadesiyle memnunum. Ama asla neden küçükken kafamı yarmadım lan da demiyorum.

Burada şimdilik tek sıkıntım adımın sonuna bey konularak çağırılmam. Yok yok ey okur, sosyalist duygularım kabarmadı. Sadece ben eğer bir ismin sonuna 'Bey' konularak çağırılacaksam bu isim 'Demir' olmalı. Azıcık palazlanınca toplarım departmanları, yakarım pimaş boru kalınlıkta puromu 'Bundan sonra böyle böyle, bana DemirBey' denilecek aga!' derim. Biraz palazlanmaya ihtiyacım var sadece.


Okuyan herkesi İstanbul'a yolları düştüğünde bira içmeye çağırıyorum, ve ilk biranız da benden diye ekliyorum. Çokzel kalın...

20.09.2011

Benspor

... "Ne yapayım ki? Adam kalkmış, üşenmemiş dağ delmiş abi. Dağ! Ama gerçek, ama şehir efsanesi. Deldi deniyor mu? Deniyor. Bitti işte. Nasıl orijinal fikir, nasıl uygulaması zor; uygulandığında 'Hele hele, ne seviyormuş beah!' dedirttiren, sevdana gıpta ettiren bi eylem değil mi? Gerçi kendi düşünmemiş, adamlar yaptırmış zorla ama boşver. Kendi düşünmüş gibi farzet. Neyse ... E ben de kalkmış diyorum ki burada 'Çiçek mi alsam? Çiçek taşımaktan da utanırım.' Çiçek ne cidden ya? İzdivaç programına bile buketini yaptırıp katılıyor adamlar. Nerede orijinallik? Bi buketle kızın karşısına geçip 'Bu topraklar; Roma İmpratorluğu zamanından tut Selçuklu zamanına, Osmanlı zamanından tut şu an şu dakikaya kadar böyle sevda görmedi ey dudu dillim, ayva tüylüm!' dediğim anda, en başta ben inanmam ki dediğime. Halbuki şöyle dursam, arkamda dağ. Böyle delik halde yatıyor arka planımda. Sadece 'Seviyorum!' desem. Şaşırıp iş misin sipariş misin dercesine baksa. Bak bak diye koltuk altı aşırı efor harcadığım için aşırı terlemiş, terle de renk değiştirmiş tişörtümün sol omuz üzerinden gözümle işaret etsem arkadaki dağı. 'Deldim!' desem. Sonra uzun bir es versem, azıcık Cüneyt Arkın kasılışı yapsam ve sonrasında devam etsem: 'Senin için.'

Aslında anlatınca mantıksız geldi. Yol mu geçecek, tren mi geçecek, maden mi çıkacak? Dağı delmen neden kızı enterese etsin. Dünya yuvarlak sonuçta, tepeler, dağlar, sekiz bin küsür kilometrelik Çin Seddi bile bi yerde bitiyor. Dolanıver etrafından. Sırf şovuna yapmış sanırım. Arabada kızla giderken sürekli diğer araçlara tehdit sallamak gibi belki. Sırf hava yani... Tamam ultra mega emek var, ama aşk oyunu dediğin de herhangi bir paylaşım sitesi değil ki 'Emeğe saygı beyler' diyip kız +rep versin sana, kucağına atlasın. Onun yerine dağın etrafını dolansam, dağa harcayacağım eforla, zamanla, emekle ben bir ay bir işe girer, çalışırım. İlk maaşımla da parfüm alırım, çiçek alırım. Bu arada ben orijinallik, akıl oyunları peşindeyken sürekli çiçek mevzuuna geliyorum. Sanırım dedemin evi yüzünden. Her taraf aşk merdiveni. Çiçeksiz aptal bitki. Ortama bak ya!

Ne diyeceğim! Sermet Erkin çalışıyor mu hala? Onun bi gösterisine gitsek çok şaşırtmalı, çok orijinal fikirler gelir aklıma eğer bu fikir denen mefhum sadece ambians etmeniyle ortalığa çıkıyorsa. En basiti kendimi ortadan ikiye bölerim Musa misali. Sonra ver coşkuyu, 'Seviyorum' derim, 'Sensiz iki yakam bir araya gelmiyor.' derim, belki kabul etmez 'Kendimi birleştiremezsem kabrime gelme istemem, çiçek getirme istemem.' derim vs. İşte o ikiye bölünmekle alakalı her türlü pis espriyi barındıran ilan-ı aşkı denerim. Çiçek ağzımda, çiçek dilimde. Kalk kalk, valla gidelim. Üstüme geliyor aşk merdivenleri, cezayir menekşeleri... " ...


Edit: Ortalarına geldiğim romanımsı denememin içinden çekip çıkardığım bi kısım. Bi nevi spoiler..

14.09.2011

Leş Kargaları

Malum yarın Beşiktaş-Maccabi maçı var. Ve maalesef kuraların çekildiği günden bugüne dek internet üzerinden harıl harıl örgütlenen beş karış sakallı, sarıklı uç dinci bir kesim var. Bu kesim maçta 'Beşiktaş!' diye bağırarak takımın gücüne güç katmayı değil, 90 dk boyu Filistin diye bağırmayı, köşe bucak her yere Filistin bayrakları asmayı, Filistin ile ilgili dövizler açmayı, sahaya ayakkabı fırlatmayı, ellerinde yeşil bayraklar, alınlarında yeşil şeritler sahaya inmeyi... Kısacası maçı oynatmamayı planlıyorlar. Umuyorum ki büyük Beşiktaş taraftarı had safhada bir sağduyuyla buna müsaade etmez ve propaganda peşinde koşanları tribünün hangi köşesinde olursa olsun sindirmeyi başarır. Hem karşımızdaki takım bir İsrail takımı değil de bir Azeri takımı olsa ne farkedecek? Bu takım Avrupa'nın sayılı faşist, ırkçı takımlarından. Haklı olduğumuzun şüpheli olduğu (ki bence şüphesiz haksızız) bir Mavi Marmara olayı yüzünden kin güdüp, olay çıkarmaktansa utanç duymaları gereken bu diğer özellikleri üzerinden taraftarımıza, semtimize, ideolojimize yakışan şekilde yüklensek rakibimize daha doğru olmaz mı? Ümit ediyorum ki yarın herşey Beşiktaş'ıma ve büyük taraftarına yakışan şekilde gerçekleşir ve insan kanından nemalanmaya çalışan o uç örgütlenme istediğini elde edemeden Dolmabahçe'den ayrılır.

30.08.2011

Üsteleşmeden Uyumayalım


- Merhabalar, el öpmeyi şeyapmıyorum ben sevmiyorum. (tokalaşılır, öpüşülür) İyi bayramlar olsun.
+ Sana da iyi bayramlar. Öpme tabi el, bana da yaşlıymışım gibi hissettiriyor o durum zaten. (Böyle aptal saptal muhabbet esnasında çaktırmadan elime harçlık tutuşturulmaya çalışılır.)
- Yok! Yok valla, 24 yaşında adamım ben ya. Bıyığım var!
+ Ha öyle mi? Tamam o zaman. Merve, al kızım abininkini de sana vereyim madem.




Sakın aramızdaki olaylar böyle cereyan etmesin tamam mı?

Ben kendimi hep o ikinci üstelemene endeksliyorum. İnan ikinci defa üstelesen, 'Al yavrum sen bizim gözümüzde işe girene kadar hep gençsin, ihtiyacın olur, al!' desen, ben zaten 3. zorlamaya gitmeyeceğim.

Sana hiç bahsetmedim ama maddi yönden birçok sıkıntım var ey bayram harçlığı beklediğim. Ama gel gör ki utangacım, mahcubum 24 yaşıma bakmadan 'iyi bayram' diyerek 50lik banknot peşinde koştuğum için.

Ben; senin bana, ben turuncu 50lik banknot beklerken laaaps diye masmavi 100lük çıkarma ihtimalini sevdim.

23.08.2011

Mabel'i Düşürme!



Demirbey : Geldim işte. Yani bekliyodum çok zamandır ya geldim işte.
O: Adın neydi?
D: Ya ama adımı mı unuttun. Benim sende telefonum var. Onu nasıl kaydettin ki adımı soruyorsun?
O: Şimdi demin senin aklına rezalet bi espri geldi ya hani, onu yapman için işte pas atıyorum sana. Müebbet muhabbet bi yerde.
D: Haa. Sen çok güzel insansın. Güzelsin demiyorum bak. Güzel insansın. Çirkin değilsin tabi de, güzel ve güzel insansın. Adım Demirbey benim.
O: Demirbey mi? Demir yeterliyken bey mi koymuşlar bi de sonuna?
D: Evet. Kalkıp çocuklarına Oğuzhan, Tunahan koyunca oluyor ama? Adamdaki egoya bak, oğluna han diyor, sultan diyor, padişah diyor. Bizimkiler bey demişler en alçak gönülle. Bozma, kabullen. Espri bitti burada, dönelim mi normal dialoğa?
O: Yakından daha çirkinmişsin yalnız.
D: Dediğim kadar varım di mi ehheh? Dedim kızım sana çok çirkinim diye.
O: E ne bu özgüven o zaman?
D: Ne bileyim? Ağzımdan çıkan yüzümü rötuşlamaz mı? Belki sözlerim kulak zarın yerine retinanı titreştirir. Bişey olur da Kıvanç Tatlıtuğ görürsün beni.
O: Tıpta var mı öyle retina titreşimleri?
D: Genelde erkek çok zenginse var. Misaaal. Hah misal Donald Trump, Ali Ağaoğlu, Halis Toprak.
O: Sen zengin de değilsin bildiğim kadarıyla.
D: Senin bildiğin kadarıyla ben iftara çağırırım eşe dostu. Elimdeki avucumdaki zaten o senin bildiğin.
O: Hmm. E neden seni seçeyim?
D: Mülakaat gibi oldu bu.
O: Boşver, ciddi sordum ama neden ?
D: ...
0: Cevap?
D: ...
O: Yok mu cevabın? Sokakta laf atandan farkım yok mu diyorsun? Güzelsin, hoşsun. Etkilendim. Ellesem, öpsem ne güzel olur mu diyorsun?
D: Ben demem öyle. Hep şarkı sözü olmuş nedenlerim. Şiir olmuş... Yeter ki sen sev, sevebil beni ki ben yeni şarkılar şiirler yazayım sana. Kitap yazayım tuğla kalınlığında, 8 puntoyla hem de. Baştan sona da seni tasvir edeyim.
O: Ya yok dersem şimdi?
D: Ben hiç onu düşünmedim.
O: Düşün hadi. Gözünün içine dahi bakmadan 'Yok!' dediğimi düşün.
D: Gözümün içine baksan demezsin zaten.
O: Ne var gözlerinde ki?
D: Bilmiyorum. Beynime en yakın delik orası. Kulak ya da burun deliğine bakmaktansa gözüme bakman daha hoş olur. Belki görünüyordur içerisi diye.
O: Görmek isterdim ama şimdilik gözükmüyor.
D: Görebilsen hoş olurdu. O minik minik kıvrımlarda, sinirlerde neler var senle alakalı.
O: Şimdilik göremiyorum bence, belki ilerde hep görürüm. Göremediğime göre sen cevap ver madem: Kitap okur muyuz hep? Müzik dinler miyiz mesela?
D: Bir ömür boyu sen bana bişeyler kat, ben sana katayım. Öyle alelade bilgi değil ama işte.'Aa bak bu el. Tutuyoruz bunla, dokunuyoruz, ayakkabı bağcıklarını bunla bağlıyoruz' şeklinde bi bilgi aktarımı bayık değil mi?
O: Onu ben de biliyorum zaten, o yüzden bu bilgi paylaşımı olmaz ki.
D: İkimizin de bildiği şeyi tartışırız bak. O da çokzel. Ama kitap okunur, onu okumadan sen bana ne katacaksın ki? Ben sana ne katabilirim birşeyleri okuyup öğrenmeden... Hem ne yaparız ki başka? Benim tek hayalimdir 'İki berjer'. Saklıyorum yıllar yılı. Oturursun sen kitabınla. Ben müzik ayarlarım, yanındaki berjere gelirim. Ha bi de o berjerlerin baktığı manzara.
O: Ne var o manzarada?
D: Mamak çöplüğüne baksa kaç yazar. Yeter ki ya güneş batımına ya da güneş doğuşuna bakmamıza izin versin. İzin verdiğini seçer izleriz.
O: Kotta yaşanmaz tabi.
D: Rutubetten hep dökülür sıvalar.
O: E su da basar orayı.
D: Değil mi ya? Altyapı yok hiç bi kentte doğru düzgün, kesin en ufak yağmurda su basar. Gider tüm elektronik cihazlar.
O: Adam akıllı bir yağmuru izleyemedik.
D: Suya basarsan bi de böbreklerin hep üşür.
O: Böbreklerimi sevebilir misin?
D: Her bir hücreni ayrı ayrı sevmek, azıcık sevgimle dahi hücrelerinin tabanını kapladığımda daha fazla sevgi sokabileyim diye kaçak kat çıkmak için imar izni almaya geldim ya ben işte karşına.
O: Peki ya o hücrelerde öncelerden kalan hafriyatı ne yapacaksın? Hafriyat alanını gören sıçmaya geliyor. Türk'üz bi yerde. Ya gelip sevgililerinin adını yazıyolar -kim görecekse- ya da sıçıyorlar.
D: Kesin önce adı yazıp sonra 'Uyy sıkıştım' diyip sıçan vardır.
O: Love diarrhea!
D: Bir insan ıssız, terkedilmiş hafriyata sıçmaya gider mi hususi olarak?
O: Bizzat hafriyattan başka yere sıçamayanlar var.
D: Ben çok gerilirim şahsen. Kapı yok, duvar yok. Böcek var, yılan olur fare de olabilir mesela.
O: Onun da manyağı var demek. Demir! Peki gün gelir de o binbir emek diktiğin binayı beğenmezsen... Sinmezse içine...
D: ...
O: ...Yıkar mısın?
D: Yıkmak nereden çıktı şimdi, daha dikemeden?
O: Yıkman gerekse, yıkar mısın?
D: Yıkmam lazım. Binayı öylece bırakıp kaçamam, başkasının mahremime girmesi hoş değil zaten. Ama ben öyle güzel temizlerim ki tüm arsayı. Hiç hafriyat kalıntısı bırakmam. Cidden. Tertemiz bırakmaya çalışırım. Da boşver daha dikmeden yıkacağım tarihi.
O: Dikmeden mi? Kaç gündür hiç mi harcını karmadın, hiç mi tuğla koymadın sence?
D: Harç gece gündüz kardım. Tuğlaları dizemedim daha üst üste. O araziye giriş iznim sende.
O: Başla madem kitabına, şiirine, şarkına.

14.08.2011

Gillette Sensor Ne Ben Söyleyeyim



Bir hafta öncesinden randevusunu vermiştim o günkü röportajın. Bir de şart koşmuştum: 'Erkeklerle konuşurken geriliyorum, lütfen röportajı yapacak arkadaşımız bayan olsun.' . Sağolsunlar kırmadılar, istekleriniz yerine getirilecek dediler. O bir hafta geçmek bilmedi. Annemleri tatile yolladım. Köyle bağlarını koparmış ebeveynler oldukları için 'Annemler köye gitti' karizmasını yaşayamadım ama olsun. Röportaj gününden 2 gün önce tıraşlarımı oldum. Bir gün kala tüm vücudu yıkadım, pudraladım kremledim. Röportaj günü de erken kalkıp beni daha karizmatik kılacak detayları sağa sola fırlattım. Sanki sürekli Edgar Allan Poe okuyomuşum da, sanki her gün Louis Armstrong dinlemezsem bir yanım eksik kalıyomuş da vs vs havaları verdim evin dört bi yanına. Dantelleri kaldırdım ve sonunda hazırdım.

Kapı çaldı, karizmatik kıyafetim ve görgüsüz gibi evin içinde taktığım güneş gözlüğümle kapıyı açtım. Gayet makul bir kadındı. Aslında baya hoştu. Her hoş olan kadına aşık olduğum gibi kendisini de pas geçmedim ve aşık oldum. Şimdi gönül ister ki ben o bayanı Rus edebiyatında olduğu gibi paragraf paragraf anlatmalara doyamaya doyamaya tasvir edeyim. Ama bu tasvirleri okuyup otuz bir çeken olur diye korktuğumdan şimdilik haberci arkadaşın gayet hoş, alımlı bir bayan olduğu bilgisini vermem yeterli diye düşünüyorum. Adı da Bilgeymiş. 'Ne Bilgeyts mi ahhahaha!' diye ayı gibi espri yaptım ona. Güldü, gülüştük.

İçeri geçtik, kendisini oturması için şık bi berjere yönlendirdim. O oturur oturmaz birşeyler içip içmeyeceğini sordum. 'Korkma hap atmam ahhahaha' diye zengin zengin, edebiyatçı edebiyatçı güldüm ortada aslında hiç olmayan espriye. Şarap istedi. Beklediğim cevap da buydu zaten. Tanrıların içkisi şarabı sunacağım kadehleri arıyordum yana yakıla ama sadece bir kadeh bulabilmiştim. O an hatırladım. 6'lı setin diğer kadehlerini üretim sancısı içindeyken artistliğine, adeta bir Soner Arıca klibindeymişimcesine kapıda duvarda fırlata fırlata kırmıştım. Ona kadehte, kendime ise dibi çok kalın su bardağında servis ettim şarapları. Bozuntuya vermemek için, anlam veremeyen gözlerle elimdeki dibi çok çok kalın su bardağına bakan Bilge'ye 'Bak! Al sana mizah ahhahahah!' diyip yine patlattım zengin kahkahasını.

Hey hat! Kitabım çıkalı röbdeşambırsız, fularsız günüm geçmez; ağzım, zengin kahkahasından eksik kalmaz olmuştu.Böyle yavaş yavaş Hıncal Uluç'a dönüşüyordum her geçen gün. Fular sıktı diyip, müsaadesini de alarak fuları çıkardım. Hem daha benim çene altım kırışmamış, sarkmamıştı ki. Neden takıyordum o boyun bağını bilmiyorum.

Adeta ateş almaya gelmiş gibi hal hatır faslını hızlıca geçip 'Röpörtajımıza başlayalım isterseniz.' dedi. 'Müzik olmadan şarap içilir mi, şarap içmeden sohbet edilir mi? Lütfen böyle bir eziyet yapmayalım bu iki güzel bedene.' dedim. Sanki 3 ay önce soda içip geğire geğire arkadaşlarla iddaa kuponu tartışması yapan ben değilmişim gibi. Müzik desen o da sikimde değildi. Yine de jazz içerikli plağı bulup gramofona yerleştirdim. Gramofona saygım vardı, ama jazz'dan cidden bi bok anlamıyordum. Sırf gramofon-jazz ikilisinin kadınlar tarafından aşırı sevildiğini bildiğimden eve gelen her kadına aynı tarifeyi uyguluyordum. Sevmediğim şarkıları dinleye dinleye geçiyordu ahir ömrüm. Gramofon saksofon sesi, zenci sesi falan vermeye başlamıştı. 'Şimdi oldu ahhaha' diye gülüp onun berjerine yakın bir koltuğa oturdum.

O 'kitap' dedikçe, ben 'seks' dedim. O 'Nobel' dedikçe, ben 'erotizm' dedim. O 'edebiyat' dedikçe, ben 'En az 3 çocuk' dedim. Psikolojideki terimleri bilmem. Bu uyguladığım zihin etkilemeye çalışma metodunun kesin özel bir adı vardır psikolojide. Bense bu yöntemi 'Eşeğin aklına karpuz kabuğu düşürmek' diye adlandırıyorum. Seks diye diye, benle sevişesinin gelmesi için uğraşıyordum.



O ilk kadehini, ben ilk bardağımı bitirdiğimizde ben olmuştum. Su bardağı fena çarpmıştı beni. Baya bi olmama rağmen o içtikçe 'Kadın kısmısından az mı içicem lan? Senin içtiğini kulağıma damlatırım.' iddialarıyla içmeye devam ettim. 2 saatlik röpörtaj boyunca içtik. Az önce de daha ilk bardakta olduğundan dert yandığım kafam 2 saatin sonunda nal gibi olmuştu. O iki saat boyu sürekli aklım fikrim sekste olduğundan, röpörtajın sonlarına doğru 'Nasıl seks başlar acaba?' düşüncesi aklımı ele geçirdi. Cnbc-e açmayı düşündüm. Ama sevdiğim bir programın denk gelmesi durumunda kitlenip kalabilirdim. Ek olarak, cnbc-e ye ulaşana kadar, negatif iq ile izlenebilen başka bir program görürüm takılırım endişesi ile bu fikrimden vazgeçtim.
Çok sarhoştum ve yavaş yavaş halvete olan alakam ayakta düzgün durabilmeye, kusmamaya çalışmaya dönüyordu. Sarhoş özgüveninin, sarhoş cesaretinin yerini de sarhoş naifliği ya da halk arasında bilinen ismiyle 'Öpüjeaaam!' almıştı.

Keşke Salinger gibi kaçsaydım muhabirinden de, okuyucusundan da.Şu düştüğüm hale düşmezdim kaçsaydım. Şöhretle gelen seks şansı gözümü kör etmiş, maymun olmuştum. Ben öleyim diye iç sesimle feryad figan kopardım. 27 yaşımı da geçmiştim, ölsem de sansasyon olmazdı ki. Kitap satışım patlar matlar belki ama parasını ben yiyemedikten sonra neyleyim patlamayı.

Ben bunları düşünedurayım karşı taraftan hiç ama hiç beklemediğim ataklar gelmeye başladı. Vay efendim 'Yalnız mı yaşıyorsunuz?', vay efendim 'Saat de geç oldu, taksi gece açacak çok yazar taksiyle eve gitmek.', vay efendim 'Ramazanda iftardan sonra sevişilebiliniyor muymuş, gusülü tazeleyip sahura kalksan olur muymuş?'. Son sorusunu Ramazan öncesinde gazete kuponu biriktirerek aldığım Elmalı'lı Hamdi Yazır kitabını açıp karıştırarak cevaplarım diye düşündüm. İçkili ağızla kutsal şeylere dokunursam ağzım götüme döner, sonra Türkiye'nin dört bir yanında yıllar yılı 8-12 yaş arası çocukların ağzında bi şehir efsanesi olarak hikayem döner dolaşır düşüncesiyse beni epey bi korkutuyordu. Birkaç dakikalığına lavaboya gitmek için izin istedim. Hemen orada kutsal şeyler meyler çarpılmayalım lan düşüncesiyle abdest aldım, dişleri fırçalayıp şarabı en azından ağız içimden silip attım. Odaya dönüp kütüphaneden kitabı bulup çıkardım. Aradım, taradım ama sorunun cevabını bulamadım. Ben de kendime yontup, 'Yok balım hiç bişey olmuyormuş. İyi yıkanman gerekiyomuş sadece, bilhassa kulak arkası ve apış arası.' dedim. Cümlemi bitirmemle ağzımı örten bıyıklarımı yukarı itip dudaklarıma yapışması bir oldu. Sevdi, sevdim, seviştik.

Seviştiğim kadınla uyanmaktan, kahvaltı yapmaktan, oturup Sünger Bob izlemekten umumiyetle tiksinirim. Bu yüzden kaçacak yer arıyordum. Sahur saatine geliyordu vakit ve henüz uyanmadığını sanıyordum, ama ben skinny model pantolonumu giyerken baya bi debelenip baya bi ses çıkarmış olacağım ki uyandı. 'Artık herşey daha farklı olacak değil mi?' diye sordu. Piii! Öptüğüm iki dudağın değişik şekiller alarak harflerini oluşturduğu şu cümle de nasıl tiksinç bi cümledir. Suratım ekşi bi hal almıştı. O ekşi halle 'Tağbi canığğm!' dedim. Eğilip çıplak göbeğine Bruppppssss diye osuruk sesli şirinlik yaptım. Sonra da tüm samimiyetimle röpörtaj kasedini rica ettim. Nal gibi kafalarla yapılmış bu röpörtajın ikimizin kariyerini de sikip atacağına inandığımı; haftaya kadir gecesi sebebiyle oruç tutacağımız gün, oruç ağızla yapacağımız röpörtajın daha harikuleyt sonuçlar vereceğini belirttim. İkna olmadı. Göbeğine bi Bruuuuppppps daha yaptım, ikna oldum diye bağırıp kasedi verene kadar da kesmedim. İkna oldu. Kasedi alıp kırdım, çöpe attım. 'Şömineye atsaydın ya, daha havalı olmaz mıydı aşkım?' diye sordu. Aşkım lafına ayrı bi taktım aslında ama üzerinde durmamaya çalışıp 'Yok canım, o şömine değil. Alttaki odunlar plastikten hep bak. Dikkatli bak ama! O alev sandığın şey de alev rengi peçetemsi bişey, öyle fili fili sallanıyo alev efekti katıyor. Ey benim Kerizullahım, nasıl da yedin ahahhahaa!' diye itin götüne sokarcasına güldüm. Ellerimle dizlerime şaap diye çaaat diye vura vura çok güldüm. Alınıp da trip yapmadı, alınıp da evi terk etmedi. Baktım o gitmiyor, ben pantolonu biraz daha zorlayıp giydim. Üstüme de bi tişört geçirip hazırlandım. 'Nereye gidiyorsun?' diye sorum sorum sordu. Bir ramazan davulcusunun hayatıyla ilgili bir romana başladığımı, ramazan davulcularıyla beraber gezip onların iç dünyalarını çözmeye çalıştığımı söyledim. 'Haydi ben geç kaldım, çıkıyorum. Sen de beni bekleme, kahvaltını yap git sabah. Zira ben çok geç geliyorum. Önce davulcu arkadaşlarla davul çalıyoruz, sonra sabahleyin hep beraber Akasya Durağı ve Cennet Mahallesi izliyoruz. Öğleden sonra da bi tur Doktorlar izleyip akşam haberlerine kadar uyuyoruz canısı.' dedim. Bu sefer ikna olmadı. Öyle göbek osurtmayla falan da ikna olacağa benzemiyordu. Zor kullanmak zorunda kalmıştım. Kolunu burdum, el ense çektim. Atalarımız gibi bu olayı güleşle halletmek en makuluydu. Çok uzun sürmedi güzel kızı tuş etmem. Sersemlemişti. Pijamasının altını dizlerine kadar indirdim ve ayağa kalkıp hızlıca kaçtım. Biliyordum ki dizlerde toplanmış bir pijamayla değil ardım sıra koşmak, yürümek, ayağa kalkmak bile zor işti. Dışarıdayken klimama 'Soğut - Aramızı' yazıp yolladım.


Ben sorumluluk sahibi olmaktan hep kaçtım. Ben kaçanlardan çok korktuğum için artık 'kaçan'dım.




(Tek tek fotoğrafları şaapmak istiyorum, açıklamak. İlki Blog hediyelerinden en güzeli, en anlamlısı. İkincisi röpörtaj sırasındaki üst baş tasviri, üçüncüsü öyle Demirbey için iki hatta belki de üç anlamlı şeyi içeren bir fotoğraf(Bıyık, Beşiktaşk ve İ. Üzülmez), son fotoğrafsa giymelere doyamadığım ve aynı anda kıyamadığım montun siftahından bir görüntü.)
(Hepinizi seviyorum canısılar. Umarım baya gülersiniz)

4! (faktöriyel değil, ünlem o, girilen yaşa dikkat çekmek istiyorum)

İşin komikli kısmı daha sonra,akşam vakti paylaşılacak baştan söyleyeyim.

Bir süredir kopardığım yaygaradan da bildiğiniz üzere 4. yaşını doldurdu blog'um. 126 yazı var, 15 tanesi spoiler, dert yanma vs fasa fiso güldürüden uzak şeyler olsa 100-110 arası komik şey yazmışım, yazmaya çalışmışım. Bu rakam gerçekten mutluluk verici.
Çok çok önceleri karikatür çizmeye çalışmıştım. Bileğimin yetmediğini anladığım yerde - ki bu 2006 yılına denk geliyor düz yazıya geçiş yaptım. Bana komik gelen ama çizerek bir türlü anlatamadığım şeyleri yaza yaza anlatmaya başladım. Böylesi daha güzel daha anlaşılırdı. Tabi daha güzel,açık anlatmaya kelimelerin de yetmediği şeyler var. Onun için de görsel sanatlar gerekli. Bir gün yaparım birşeyler yine daha önceden de yaptığım gibi.

Okuyan, tıklayan, yeni bişey var mı diye soran, yeni yazı yolunu gözleyen tüm okurlarıma imkanım olsa tek tek teşekkür ederim böyle sarılıp. Ama imkanlar sadece sözlü bir teşekkürü mümkün kılıyor. Sözlü olarak bu teşekkürümü ileteyim yazının en başında, buradan bir kelime dahi olsa okumuş tüm güzel insanlara. Özel isimle teşekkür etmem gerekirse de bunu Didem Toprak'a etmeliyim. Beni blog açmaya yönelten, ilk yazıma ilk yorumu 'Space Jumpin' nickiyle bırakan Didem sayesinde var böyle bir yer.

4 yıl önce alel acele adını bile doğru dürüst düşünemeden açmıştım dolma biber tezgahını. Yaklaşık iki hafta önce de isim değişikliğine gidip "demirbey ve bıyıkları" diye isimlendirdim yazım alanımı. Görünürde 119, ama ben de biliyorum ki çok daha fazla insanın okuduğu, belki okurken biraz da güldüğü bu yer adeta çocuğum gibiymiş meğer. Yeni yaş telaşesi bunu hissettirdi bolca. Bir twitter veya başka bir sosyal paylaşım sitesi asla yerini alamıyor bu çocuğun.

Ben bu 4 yıl boyunca kimi zaman sık, kimi zaman seyrek yazdım ama hep yazdım. Burası sayesinde yazmayı alışkanlık haline getirdim ve yazdığım şeylerin kaybolup gitmesinin önüne geçmiş oldum. Bu blog vasıtasıyla Aras, Okşan, Cüneyt, Sevgi'yle tanıştım. İçi ayrı dışı ayrı güzel insanlar...

Kinimi de burada kustum, mutluluğumu da burada dışına taşırdım. Sıkıldığımda burada eğlenerek eğlendirmeye çalıştım, sırf siz de gülün diye. Yakınım olsun olmasın, üzgün insan görmeye dayanıklı bi adam değilim.

Sözün özü, canım Didem Toprak'ın sözüne uyup burayı açışımın 4 yılı geride kaldı. Güzel blog umun yeni yaşı kutlu mutlu olsun.

(yazının başında da söylediğim gibi, asıl komikli upuzun yazı akşam saatlerinde burada yerini alacak.)

Ama Çokzelsin

Ya cidden öyle böyle değil. Yazı mazı bi yerlere yazmam lazım bunu. Şu anda bilmiyorum tabi dünya kız popülasyonunun alayını görmedim ama dünyanın en güzel kızıyla konuşuyorum sanırım. kızlar ne zamanki sevgilim olur biraz daha bi güzel gelir gözüme. 'vay güzel manita yapmışım' demek için belki, rahatlamak için... ilk defa birini benim olmadan öyle böyle güzel bulmuyorum. ya neyse benim elimden çıkanla gözümün ekranda gördüğü bir olduğu ne zaman yani şey olmayacak birazdan. kesiyorum çaav.

edit: 4. yıl yazısı yarın panpişlerim

7.08.2011

Tırtlığa Giriş 101

Vedat'la Beşiktaş'ın adı ayrılmaz olmuş ya bir dönem, şimdi kimse inanmıyor Vedat'ın Beşiktaş'tan ayrıldığına. Vedat'ın oraya olan aidiyetini görmüş ya herkes "Bitti orası, kovuldum. Takım arıyorum valla" dese de kimse inanmıyor, çalmıyor hiçbir kulüp kapısını, almıyor ciddiye.
Bundandir ki her şike söylentisi hoşuna gider olmuş Vedat'ın. Kafası da böyle pis çalışır hale gelmiş. Bir iki takım teklif yapmış, "Ben Beşiktaş'ta oynadım lan, size mi dusucem?" diyip terslemiş onları da.

Koşularla hazırlıyor kendini yeni takımına. Bir takımı olmadıgından yaptıgı koşu takımdan ayrı düz koşu bile sayılmıyor. Bildigin koşu işte, Sergio Tacchini giymiş emekli zengin koşusu.
'Yorumcu mu olsam' diyor? 'Oynayamadigim seyin yorumunu yaparak mı ekmek yesem?' Hayret ki yakistiramiyor kendisine.
Taraftar da unutuyor onu yavaş yavaş. Aynada Yusuf Tunaoglu'nu görmeye başlıyor her kendine bakışında.
Şarkıcı olsa sabah programlarına ikar hatirlatirdi kendini. Belki bir iki sansasyon... Bilmiyor.
Twitter hesabından gündem yaratıp hatırlanmak? Beşiktaş'ın ekmegini yemiş ya yediremiyor kendine bu kambur halleri. Adaşı Vedat Okyar'ın orta sahada top sürdüğü gibi durmalı,yürümeli. En has mankenin bile podyumda yürüyemeyeceği kadar dik...
Evine yürürken bir mahalle maçının ortasında buluyor kendini, sokağın ortasında. Cocuklar tanıyor onu, güçsüz takımın en kötüsünü çıkarıp Vedat'ı alıyorlar. Vedat Beşiktaş'tan ayrıldıktan sonra toptan ne kadar sogudugunu anlıyor. Artık buralarda top oynayası yok. Bir pozisyonda basıveriyor iki cocuk sıkıca. Vedat yardıma gelen bir arkadasinı arıyor, bulamıyor. Vuruyor topu taca. Ne rezillik hey Hat! Cocuklar ona 'Napiyorsun?' diye bakıyor. O ise cocuklara 'Niye yardıma gelmiyorsunuz? Muhtactim.' diyen gözlerle sitem ediyor. İki taraf da birbirinin bakışlarından bı bok anlamıyor. İncinip ayrılıyor maçtan o dakika.
Evine gider gitmez de veriyor kararını, alıyor biletini. Rastgele bir ülkeye. Sadece gidiş. Yeni arkadaşlarla tanışıp gittiği yerin Beşiktaş'ında oynamak var aklında.

30.07.2011

Amustos Böceğiyle Sokunca (memo tembelçizer esprisi)

Bir süredir yazı girmiyorum. Bu durum beni biraz sıkıyor, eskiden cephanelikten çıkarır bi tane koyardım böyle durumlarda, şimdi cephanemde birşey yok zira cephaneye birşey koyabilecek en ufak vaktim dahi yok. Ama diğer taraftan ağustos ayında blog'um 4 yaşına giriyor. Bugüne kadar blog'umun yeni yaşını hiç kutlamadım. Bu sene kutlayasım var. Bir süredir bulabildiğim, daha doğrusu yaratabildiğim en ufak zaman aralıklarında 4 yılı özetleyen bir yazı yazmaya çalışıyorum. Ağustos 21 de görüşmek üzere.

Yorum yazmıyorsunuz ama yazan olursa diye sorayım 4 yılda böyle panora gibi kentpark gibi lüks araba dağıtır misali hediye mi dağıtsam bişey mi yapsam, bir yarış bir kura bişey yapıp kazananın nick inin baş harflerinden akrostiş mi yapsam, kazananla sevişsem mi napsam? Fikirleriniz olursa buyrun söyleyin çekinmeyin.

(sonralardan gelen edit: ya da 'vay balım sen bizi güldürdün, güldürmeye çalıştın 4 senedir al bu mont da hediyemiz olsun diyeniniz de çıkabilir. Hediye almayı da en az vermek kadar severim. Hediye vermek...)

12.07.2011

Ali Ece Ne Güzel Bir İnsan

Genel anlamda hakka, hukuka, eşitliğe olan inancımı çoook uzun zamanlar önce yitirdiğimi söylemiştim zaten. Bir an birşeyler oluyor, hak edene hakkı, hak gasp edene cezası dağıtılıyor sanmıştım. Salaklık bende. Şike soruşturmasından bahsediyorum. Şikeyi yaptığı ileri sürülen takım başkanının şikeyi sanki takımı için değil de kendi için yapmış olduğunu düşünen bir futbol federasyonu başkanı var. Güzel bir adammış. O da bir kez daha farkettirdi ki bu gece:
BEN ENDÜSTRİYEL FUTBOLDAN TİKSİNİYORUM!!!






Fotoğraflarda illaki eksik isimler, yad edilmesi şart iken unuttuğum isimler vardır. Ama bir anlık sinirle oturup 10 dakika gibi kısa bi süre içinde yazdım bu yazıyı. Son fotoğrafsa baktıkça gururlandığım bir hatıra fotoğrafıdır aslında. Fransa, İrlanda'yı Henry'nin eliyle attığı golle eleyip 2010 Dünya Kupası'nın yolunu tutmuştu. Utanmadan çılgınlar gibi sevinmişti o attığı gole. Utanmadan... Tabi bi Vedat Okyar terbiyesinde olmasını beklemiyordum zaten. Bilen bilir Vedat Okyar'ı. Yazının sonunda neden dürüstlükle ilgili rahmetlinin adını andığımı anlatacağım.

Konuya dönecek olursam, yukarıdaki fotoğraflar içinde en sondaki fotoğrafİnönü Stadı'nda çekilmiş.Hem de hemen o maçın sonrasında İnönü'de ilk maçta. Kapalının orta yerinde açılan dev bir bayrak! İrlanda Bayrağı!
Sorgusuz sualsiz (ama haklı ama haksız, kimse bilmiyor) Aziz başkanın taşşaklarını yalayacak raddede çıldırmış güruha karşı 'Bizde biri bu işe zerre kadar bulaşmış ise alt ligin yolunu gösterin bize, biz kendimiz gideriz' diyecek kadar onurlu bir güruh var. O güruh bu bayrağı açarken diğer güruh 'Adam gibi adam Recep Tayyip Erdoğan' diye pankart açıyordu, bugün ise 'Hep AKP yüzünden' diye ağlıyor sızlıyor.
Ben adım gibi eminim, Süleyman Seba dönemi ve öncesinde, yani 2000 yılından önce tertemiz bir Beşiktaş var. O dönemden sonra başa gelenlerin başına gelecekler beni zerre üzmez.
Allah Süleyman Seba'ya uzun ömür versin.

Güzel insan Vedat Okyar'la ilgili konuya dönecek olursam. Aşağıda yazılanlar Tezcan Ozan'ın ağzından Vedat Okyar'la ilgili bir anısı:

Oynanan bir maç sırasında rakip takımın bir oyuncusu öyle sıkı bir tekme atıyor ki Vedat Okyar can acısıyla bir anlığına zerafeti falan unutup küfür ediyor. Oyuncu hemen öğretmene şikeyete giden bir talebe gibi hakemin yanına koşuyor. “Hocam, Vedat bana küfür etti!”

Hakem de bir efsane: Doğan Babacan. Vedat’ın küfür edeceğine ihtimal vermiyor ama yine de yanına gidip soruyor: “Vedat, sen küfür ettin mi falancaya!”

Vedat duraksamadan: “Evet, ettim” diyor.

Doğan Babacan’ın eli cebine gidiyor. Geri geldiğinde o el bir kırmızı kart tutuyor. Havaya kalkan kırmızı kart tüm stadı şaşkınlık temelli bir sessizliğe gömüyor. Olacak iş değil… Beyefendi Vedat kırmızı kart yiyor. Üstelik yediği tekmenin üstüne, tatlı niyetine…

Tezcan arkadaşının yanında tüm olan bitenlere şahit olmuş. O da şaşkınlık içinde:

“Oğlum” diyor Vedat’a, “Manyak mısın sen, niye ettim diyorsun. Etmedim deseydin ya”

“Üstümde Beşiktaş forması varken yalan mı söyleyecektim!”

2.07.2011

Semih K. - Yatmadan Önce 100 XHamster Videosu

İçmiştik. Çok içmiştik. İçtiğimiz zaman çok komik oluyoruz. Ama çok komik olduğumuzu hatırlamıyoruz. Bize çok komik olduğumuzu hep Emin anlatır. Emin içmez. 7 ölümcül günahtan oburluk, şehvet, kumar, hayvan dövmek, anaya küfretmek, nimetle şakalaşmak Emin'de vardır ama Emin katiyyen içmez. Sırf bu içmeme tutumu sayesinde Emin cennete gidecek olursa ben de temyize gideceğim zaten.

En çok Semih içiyordu. Alkol dayandıramıyorduk ite. Gecenin en geç vakti, böyle nasıl diyeyim en uğursuz vakti bira bitti diye koskoca Semih K. hüzünlendi. Hüzünlenmek, ağlamak, ağlamaklı olmak vb bana gay liği çağrıştırdığı için Semih'i hüzün deryasından hemen çekip çıkardım. Git la Tekel Bayii açıktır daha dedim. Verdiğim müjdeyle birlikte hüzünden eser kalmadı ve ayakkaplarının topuklarına basa basa bira almaya gitti. Gitti ve uzun süre gelmedi. Çakılla canımız sıkıldığı için pilates topunu şişirip basketbol futbol ve bilimum toplu sporları oynamaya çalıştık. Emin ise alkol almamasına rağmen içimizde en alkollü kafası yaşayanımızdı. Televizyonun kanallarını 1den 99a gidip sonra bu işlemi tersten yapıyordu. Nasıl bi içmemişlik bu ya Rab? İçse ne olacak bu adam? Neden sonra sokaktan bir bağrış bir feryat duyduk. Sela sesi yok, ölmemiş yaralanmıştır dedim. Çakıl ev sahibi olduğundan 'Muhitimde neler oluyor?' düşüncesiyle cama depar attı. O daha cama ulaşmadan telefonum çaldı, arayan Semih'ti. 'Ben evi bulamıyorum da(dahi anlamındaki da değil laz da'sı) ! Bak, şimdi bağırcam. Sesime göre evi tarif edin da!' dedi. Sokak "Lahaayt! Laaaaahyt!" diye inliyordu. Semih'i sadece aptal çocukların ve yatakta fantazi arayanların oynadığı sıcak soğuk oyunuyla eve getirmeyi başardık.

Semih sinirlenmişti. Eve girer girmez yıllardır Çakıl'ın evinde kalan çok çok eski çıktığım Fatma'yı evire çevire komalık edercesine dövdü. Sinirini ex-yarimden çıkarıyordu adeta bu Sarhoş Semih. Bir ara sarhoşluğunun da verdiği özgüven patlamasıyla 'Ben bu Fatma'nın ağzına vericem!' diye tutturdu. Emin'in dediğine göre 'Ver şu Fatma'nın ağzına la' diye Semih'e akıl veren benmişim. Hatırlamıyorum. Emin Demirbeyi karalama kampanyası yürütüyor gibime geliyor. Hatırladığım tek şey kafasında yılbaşı kukuletası, boynunda yılbaşı süsü ile Semih'in Fatma'nın ağzına vermeye çalışışıydı. Başka da birşey hatırlamıyorum. Sabah uyandığımda gördüm ki Semih o gece Fatma'yı çok kırmış. Öyle böyle kırmamış, çok kırmış.


Yine klasik içki sohbetimiz olan 'Emin nolur la bi kere içsen' i adeta bir totem gibi, bir uğur gibi yineledik. 'Dene, sevmezsen içme' mi demedik, 'Hiç mi hatrımız yok, hatrımız için iç be babuş' mu demedik. Neler neler...Emin, sanki hepimiz 'Eminciğim, güzel kardeşim, zaten alkollüyüz. Şimdi hepimiz sana birer tur kayıcaz. Beğenirsek bir daha döndürebiliriz, duruma bağlı hemen sevinme' diyormuşuz gibi algılıyordu bu bir yudum isteğimizi. Neticede içiremedik ibneye.

Çakıl yavaş gidiyordu, ben Çakıldan da yavaştım. Emin yerinde sayıyor hiç gitmiyordu. Semih'in hızını ise şöyle tarif edeyim: O içtiği şişeye eşdeğer bi şişeyi ben lavaboya dökmeye başlasam, ben işimi bitiremeden Semih boş şişeyi götüme sokardı. Ortamda ise sürekli bölümden kime kayarsın, bölümden kime kaydın, hangi hoca için hangi not karşılığında yatarsın vs gibi benim gibi bir edebiyat neferinin sadece insanları gözlemlemek için orada durmaya dayanabileceği bir muhabbet dönüyordu. Ama ne yalan söyleyeyim insan, bu sohbetler sayesinde karşısındakini daha iyi tanıma fırsatı buluyor. Bir ara Çakıl bu muhabbetten sıkılıp 'Abicim hep am göt meme diyoruz, neden başka şeyler konuşmuyoruz. Türkiye'nin aydınlık yüzleri olacağız sözde' dedi. Nasıl da hak verdik. Daha önceleri salsa kursuna gitmiş, piyano dersleri almış olan Emin de kıpır kıpır olmuştu konunun sanata döneceğini duyunca. 'Kitap konuşalım la hadi' diyerek önerisinin devamını getirdi Çakıl. Koskoca Aydınlı adam da 5 yılda la lu diye inliyordu, o ayrı mesele.

Herneyse, ben 'Madem Çakıl bu öneriyi ortaya attı, herhalde bizimle bir kitap paylaşacak' diye düşünüyordum, hatta Çakıl da ağzını açmış cümleye girecek tonu arıyordu. Ama Semih fırsat vermedi. 'Ben Melisa P. okudum la' dedi. Çakıl da ben de okumamıştık o kitabı ve Semih'ten yüzeysel müzeysel, kısaca özet geçe geçe anlatmasını rica ettik. 'La karı şunla sikiştim, bu beni pis sikti, bu tam sikmedi gibime geldi, şu adam sikti tatilde belimi de ağrıttı hem' diye anlatıyor sikiş hikayelerini işte dedi. "Xhamster ın yazılı hali sizin anlayacağınız..." diye de ekledi. Sıra Çakıl'daydı. Çakıl yine cümlesine başlamak için ağzını açtığı anda gözü bizi görmeyen Semih 'Sikmişim kitabı, müzik konuşcaz' dedi. Bir Okan Bayülgen olmuştu adeta Semih, nasıl da sohbete yön veriyor, nasıl da konukları doyasıya konuşturmuyordu. Google chrome un adres çubuğuna yekten "deniz seki hüsnü ikili delilik" yazdı. Adres çubuğuna google.com muamelesi yapmasıyla şaşırttı bizi. Sonrasında ise o ince , o narin, o grammy e aday sesiyle eşlik etti şarkıcı çifte, kulaklarımızın pasını silip attı. 'Demirbey!' diye haykırdı şarkının ortasında. 'Senin için!' diye parmağıyla işaret etti. Sanırım nakarat kısmını bana hediye ediyordu. Ama işaret etmek için adını bağırdığıyla işaret ettiği birbirini tutmuyordu. Ya eli yanlışlıkla Emin'i gösteriyordu ya ağzı yanlışlıkla Demirbey diyordu.

(Canım senin de gözleri fişledik. Bence artık sen de herkes gibisin )

Gecenin sonunda yılan dinini, yılanizm felsefesini benimsemiş, YILAN soyadını almış ve yılanca konuşan Semih'e güzel sesinin ödülü olarak albüm hazırlamaya başladık. 'Yılanlar içinden bir seni seçtim', 'Yılan olmuş gidiyorsun, bana veda mı ediyorsun?', 'Tısslaya tısslaya gelin yılanlar' gibi nadide hitlerin yılan coverlarını içeren bir albüm için en azından şarkı sözlerini hazırladık. Albüm kapağı da Okyay Chanel'in ellerinden öperdi.

YILANLIĞINDAN SEN SUÇLUSUN

Çatal dilinden tırstım
Yanına varamadım
Yılan gibi kıvrıldın
Yetişip tutamadım, tutamadım oy diloy loy

Bana sarhoş diyorlar
Senin yüzünden zalim yılan
Ama bence biraz abartıyorlar
Polifonik melodi misali tıslayan

Bir giydiğin deriyi
Bir daha giymiyorsun
Mezara mı götürcen?
Neden yekten vermiyorsun

Senin gibi yılanı görmedim göremem ki
Beni mutlu kılanı kıyıp da sikemem ki

29.06.2011

Yılın En'leriyle İşim Olmaz, Yılın İçinde Boy Veririm Maksimum


Hacettepe Üniversitesi öğrencileri bu sene şahsımı bu plaketle onurlandırdılar. Öğrenciler arasında yapılan ankette oy birliğiyle 'Yılın en iyi mizah blog'u' dolma biber tezgahı seçildi. Ödül törenine ödülü almak için beni temsilen ben katıldım. Ödülü almam için sahneye çağırıldığımda bir ara Marlon Brando misali ödülü reddedip acayip havalı olmayı ve sonrasında ödül töreninde bu tavrıma hasta olan birkaç kızla takılmayı düşündüm. Ama kürsüye çıkanda civelek oldum tezcanlı oldum 'Ver bakiym bi la' diyerek aldım ödülü hemen rektörün elinden. Rektör bi de beni böyle giydirdi kuşattı sağolsun (Sanırım 1,5 yaşımda sünnet olduğumu, dolayısıyla sünnet düğünümü hatırlamadığımı ve bunun yüzünden arada eksikli hissettiğimi duymuş olacak) fahri doktora veriyorum sana kisvesi altında maşallahsız sünnet kostümüne oturttu beni sağolsun. Buradan seçimlerini blog umdan yana kullanan tüm Hacettepe Öğrencileri'ne bilhassa kızlarına kıp kıp kıpstaaa! diye bağırır boyunlarından öperim.

24.06.2011

ŞIPOYLIR ŞIPİLBÖRG

... İçmiştik. Çok içmiştik ve Semih sinirliydi.. Eve girer girmez yıllardır Çakıl'ın evinde kalan çok çok eski çıktığım Fatma'yi evire çevire dövdü. Sinirini ex yarimden çıkarıyordu 'Sarhoş Semih'. Bir ara sarhoşluğunun da verdiği özgüvenle 'Ben bu Fatma'nın ağzına vericem' diye tutturdu. Emin o gece ayıktı ve Emin'in dediğine göre 'Ver la şu Fatma'nın ağzına' diye Semih'e akıl veren benmişim. Emin sarhoşluk verici maddelere mesafelidir, kullanmaz. Emin içmez, 7 ölümcül günahtan oburluk, şehvet, kumar, anaya küfretmek, nimetle şaka, Allah'a şirk koşmak Emin'de vardır ama Emin kattiyen içmez. Ben Fatma'yla ilgili ricada bulunduğumu hatırlamıyorum. Hatırladığım tek şey Semih'in ağzında yılbaşı kukuletası, boynunda yılbaşı süsüyle Fatma'nın ağzına vermeye çalışmasıydı. Semih o gece Fatma'yı çok kırmış. Sabah kalkınca gördüm ben de. Anladım ki Semih Fatmayı çok kırmış.

...


Yazı hazır fakat yazıyı okuyanın mutlaka görmesi gereken caps'in hazırlanması için birkaç güne ihtiyacım var. Umarım spoiler bile güldürür, yazıyı beklersiniz.

14.06.2011

Nağber?

Sakız uzattı. Dışarda sakız çiğnemekten hoşlanmam. Dışarda sakız çiğneyen insanın evde dişini fırçalamaya 3 dakikasını ayıramayan, ama ağız kokusundan korktuğu için sakıza başvuran bir insan olduğunu düşünürüm. 'Sağol' diyerek geri çevirdim uzattığı sakızı. Öyle yürüdük durduk, ne ben ona sordum yorulup yorulmadığını ne o bana sordu. Sıkılmıştım, ama ne o bana sordu sıkılıp sıkılmadığımı ne ben ona sordum. Her sıkıldığımda yaptığımı yaptım, bir sigara yaktım. Çok mutlu olduğum zamanlarda da yakarım. Beni tanımıyordu, o yüzden ne zaman sigara yaktığımı bilmiyordu ve bu sefer hangi nedenden ötürü sigara yaktığımı...

Yürüyüşünü izledim. Bir ayağını alıyor öne atıyor, diğerini de sonra öne attığından daha öne atıyordu. Bu şekilde ilerleme kaydediyordu. Ben de böyle ilerliyorum diye düşündüm. Beden eğitimi derslerinde bir türlü senkronize edemediğim el ayak koordinasyonu (sol adım atarken sağ el ileri, sağ adım atarken sol el ileri) gördüm onda. Şöyle çaktırmadan bir de kendime baktım. Ben de doğru yapıyordum. Çaktırarak baksaydım kesin yine yanlış yapardım, lise zamanlarındaki gibi.

Oturduk bir yere, yemek yedi. Vücudun gerekli enerjiyi sağlayabilmesi için yemek denilen yenilebilir şeyi yeme organı olan ağza götürme işine yemek yeme deniyor. Toprakta yetişen bir canlıyı almışlar, kesip doğramışlar. Yağlamışlar, tuzlamışlar ve o, bu süslenmiş canlıyı, 4 tane sivri ucu olan çatala batırıp vücudunun en tepesinde yer alan kafasının ortasının biraz altında duran içi dişlerle bezeli ağız diye anılan yere koyuyor. O diş dedikleri öğüteçlerle iyice ufaltıp, parçalayıp sonra basit bir dil hareketiyle yutuyor ve 36,5 derece santigrat sıcaklığındaki içine gönderiyor.

Çok yabancılaşmıştım herşeye.

Canım birşey yemek istemedi. Mutsuz olduğunda yemek yeme işini daha bir şevkle yapıyor kimileri. Ben mutsuzken yiyemiyorum. Midemden ve hücrelerimin gereksinim duyduğu ATP'den ziyade göğüs kafesimi aklıma takmamdan dolayı yiyemiyorum. Tişörtüme takılıyor gözüm, uzuvlarımı çıkarmam için yapılmış deliklerine... Aklım daralıyor, içim gibi. Bir tişört giymeye çalıştığımı düşünüyorum. Tişörtün kafamı çıkarmam için tasarlanan yeri çok küçük. Veya tişörtün kafamı çıkarmam için tasarlanan yeri çok büyük ama kafam 'Padişahım senden büyük Allah var.' dercesine daha da büyük. Tişört kazağa dönüşüyor, saçlarım statik elektriğin etkisiyle hareketleniyor. The ebonit çubuk who wasnt there.


Eve dönmüyorum. Çünkü canım istemiyor. Canımın ne istediğini bilmiyorken eve gitmek istemediğini bilmem garip ama isteğini yerine getiremiyorsam istemediğini yerine getireyim diyip kırmıyorum paşa gönlümü. Nereye gittiğimi de bilmiyorum. Telefonumdan rastgele birini arıyorum. Sırf 'Nasılsın?' soruma cevap olarak verilen 'İyiyim sen...' den sonra söylenen bir "...Nasılsın?" duyayım diye. Hem belki sevişesi vardır.


(The Beatles'ı çok dinliyorum bu ara ama uzun zamandır dinlemediğim 'Hey Jude' bu şarkının son paragrafını yazarken çalmaya başladı karışık listeden fırlayıp. )

25.05.2011

Sevişeblink?

Sevgili Britney Spears 'Till the World Ends' adında yeni bir şarkı söylemekte şu sıralar. Bu şarkının türkçe versiyonu 'Gel günaha girelim yanalım gitsin' adlı fazla güzide olmayan parça olabilir. ( Gel günaha girelim'in sadece nakaratını biliyordum, şarkıya hyperlink vermeden önce bi dinleyeyim dedim, dayanamadım. Ne bet şarkıymış lan, gel günaha girelim yanalım gitsin inceldiği yerden kopsun kısmını bilmeniz yeterli, dinlemenize gerek yok)

Sohbette kıyamet konusu açıldığında sunduğum yegane senaryoyu işlemişler klibinde de. Ama şarkının sözlerini yazan her kimse 'Ayıp olur la, annem kız kardeşim dinliycek bu şarkıyı sonuçta.' diyerek seks yerine dans etmek istediğini buyurmuş dünyanın sonu gelirken. Ben yemedim, siz de yemezsiniz tabi, kaçın kurrasıyız biz.
Tam kafamda canlandırdığım şeyleri gördüm klipte. Klipte kızlı erkekli toplaşmışlar dünyanın sonu diye, ıslatmışlar vücutlarını, zenci olanlar yağlamışlar hatta. Öyle sürtüne sürtüne oynuyorlar. Benim hayalimdeki kıyamet gecesi ise şöyle : Kızılay meydanı vb tüm meydanlar kızlı erkekli dolmuş, herkes birbirini süzen gözlerle bakıyor. Nasıl olsa öleceğiz düşüncesi ağır bastığından kalan dakikalar şehvetle aşkla tüketilmeye çalışılıyor. Klipte gördüğüm kadarıyla bi tek Britney Spears kimselere vermeye yanaşmıyor. Yeri geliyor elletiyor ama neticede vermiyor. 5-6 kişilik salak bir erkek grubu da meydanda kız yokmuş gibi Britney Spears'a yanlamaya çalışıyorlar. Hıyarlıklarına doymasınlar, zaman geçiyor... İşte o gün, o dünyanın son gününde artık kızlar teklif ediyor, artık damsız girilir girilmez düşünülmüyor. Açık büfede tek yemeğe abanmayıp da her yemekten, her tattan az az alan adam gibi 'Yemişim sevgilimi, karımı. Yattık onla yatacağımız kadar du bakiym şurada kız kekosu var bi tane, acaba bir kız kekosu nasıl sevişir bi 5 dk deneyeyim. Sonra şuradaki 70lik teyzeye yanlarım.' diye düşünüyor erkekler, 'Bunu da denemedim demeyeyim' düşüncesi ağır basıyor, her yemeğe bi çatal daldırılıyor. Yeri geliyor çok çok çirkin erkekler taş gibi kadınları reddediyor, gün oldu devran döndü, gün artık çirkinlerin günü. Güzel kızlar erkekler kendilerinden çirkin olanlara yaptıkları ayrımı, o ayrımın ruhlarda yarattığı defoyu, ızdırabı tecrübe ediyorlar. Bi şey olsa da kıyamet kopmasa İlyas Salmanvari adamlarla Natalie Portmanvari kızlar çok rahat takılabilecek, konuşup arkadaşlık edebilecek. Ama maalesef kıyamet bu, koptu diyosa Maya kopar!

Bi kelime-i şehadet'lik vakit kalana dek sevişiyor tüm insanlar. 1,5 senelik bir vakit kaldı klibin müstehcen versiyonunun gerçek olmasına. O gün yaklaşınca nerede olacağımı yazarım, sizi de beklerim.

(Seçim minibüslerinin çaldığı gubidik şarkılardan fırsat buldukça kulağıma Cake- Long Time çalınıyor.)

23.05.2011

Sen Hiç Adın Soyadının Baş Harflerini Plakada Düşündün mü?

Aylardır yapmam gereken ama yapmadığım proje sunumumdan artık kaçamıyorum, yarın yüzleşeceğim hatta. Saçlarım yıkanınca çok kabarıyor. Dişlerim bu ara epey sarardı, salı günü gidip onları temizletmem lazım. Badem yağı bıyıklarımda istediğim etkiyi bir türlü yaratamadı. Minik minik böyle sorunlarım var.

Daha büyüklerinin de olduğunu düşünüyordum. Ta ki geçen pazartesiye dek. Karıncanın biri çıktı geldi, aldı gitti tüm derdi kederi. Hiç birşey yapmadan...

Anlatmamak için elimden gelen bu.
İnce ince Radiohead - Separator çalıyor arkada.

8.05.2011

Bahar Özkan diye Garip bi Kadın Tanıdım Zamanında, Bir de Onun İmitasyonunu

Bahar geldi sevindim göt göreceğim diye
Sadece göt de değil, iki tane de meme
Hepsi yumuşacıklar, hepsine saygım sonsuz
Ben düşlerim dilberi kah sütyensiz kah donsuz

Realite dört duvar, hayal gücü okyanus
Açıl derinliklere, hem de ister mayosuz
Su yuttun boğulduysan uyanırsın uykundan
Gusül gelir daima hamamcının hakkından

Demirbey der ki seks diye sızlanmayın
Sağlıklı adamsınız, kapıyı kilitleyin
Her hayalin bir filmi sanal alemde mevcut
Kitli kapı çalanda 'Ders çalışıyorum, Git!' deyin.

<<<<<<<<<<<< Senle ben de böyle albümler yapsak ya! Kıp kıp kıp >>>>>>>>>>>>>


(Fonda komşunun süpürge sesi var bunu yazarken)
(Edit: Mühür gözlüm, şiir sözlüm, türkiye ortalamasında boylum al yazmalım bunları yazıyorum ediyorum lakin sapık değilim biliyorsun değil mi? )

7.05.2011

Havaya 'HOH'layan Adam

Bu ara ne tür müzikler dinliyorum aklım ermiyor. Kah David Guetta çalışmaları, Rihanna, Lady Gaga eşliğinde enerjik müziklere takılıyorum; kah bu enerjik müziklerin pek de popüler olmayan kimselerce yapılmış sıpsılov cover'larını dinliyip hüzünleniyorum rakı içiyorum; kah Semih arıyor, Deniz Seki- Hüsnü Şenlendirici sapık ilişkisinin ürünü bir düeti hemen dinlememi salık veriyor onu dinliyorum. Bazen de eski müzik zevkim olan grunge'a, trip-hop a kapılıp gidiyorum.

("Havalar nasıl olursa olsun, sizin havanız iyi olsun" mottosunun sahibi Hülya Uğur, Meteoroloji denince aklıma ilk gelen kişi)

Bu değişken müzik zevkimi havalara bağlayacak olanlara şimdiden teessüf ederim. Gökyüzünde neme, bağıl neme, doygunluk moygunluğa bağlı olarak gerçekleşen meteorolojik olayların bünyeme, algılarıma etki etmesi kadar saçma bir durum söz konusu olamaz. İnsanım lan ben! Gelişmiş canlıyım. Yağmur yağdı diye niye hüzünleneyim, güneş açtı diye niye musmutlu olayım? Mal mıyım, mal müdürü müyüm?

_Yağmur mu yağdı? Barajlar doluyo la diye sevinirim sokaktaki herhangi bir emmi gibi.

_Güneş mi açtı? Güneş enerjisinden yararlanamıyoruz şu canım ülkede diye hayıflanır, enerji ve tabii kaynaklar bakanına muhalefet ederim.

Hava durumu, bulut-güneş benim için arabamı ne zaman yıkatacağım veya yıkatmayacağımla ilgili fikir verir. Bazen doğru zamanda yıkatır 'Aklımı seveyim!' diye kendimi överim. Bazen de yanlış zamanda yıkatır şansım cenabetliğime küfrederim (Hayır bu mörfi kanunu falan değil, hep mtv izlediğiniz için bu etkilenmele, cenabetliğe mörfi demeler)

Güneş açar, 'Kızlar etek giyer, dekolte yapar bugün kesin.' der sevinirim.

Kapalı hava olur; 'Neyse ki yüzyılın gelmiş geçmiş en güzel en yararlı modası tayt var moruk, tapılası kadın vücudunun hatlarına doyacağız bu havada bile çok şükür.' derim.

Hep şükürden yanayım.

Bunun dışında hava durumu ile hissiyatlarım, içinde bulunduğum mod vb. arasında bağ kurmaya çalışmak düpedüz beynime, yaradılışıma hakarettir. Buluta ve gökteki 'Güneş' adlı, yıldız sisteminin üyesi bir alev topuna göre kararlarımı belirlememi istemeyin benden ne olursunuz..

Saygılarımla arz ederim

.............(Benim gibi Yemekteyiz Hasan Abi de sık sık arz ederdi)..................

Saygılarımla arz ederim



<< " Only Girl " adlı şarkı, Ellie Goulding'in cover çalışması halinde çalmakta ben bu son satırları yazarken>>

3.05.2011

Anneler Günü Dediğin Kısırdan,Börekten,Çeyrek Altından İbaret

Hiç bir art-kötü vb niyetle yazmadım bunu. O yüzden umarım tepki almam. Tüm annelerin Anneler Günü şimdiden kutlu olsun.

21.04.2011

~OkYay Chanel



Can dostum güzel bi insan tarafından yapılmıştı bu albüm kapağı vakti zamanında. Çağıl Özaydın products yazmasına rağmen emekçi kahramanım adını albüme iliştirmemiş, o kendini nasılsa biliyor, o nasılsa bu blog u okuyor. Onu çok seviyorum. Her neyse...

Onu mu yoksa bunu mu diye soruların yöneltildiği bir "vakit geçirgeç"le geceyi sabaha bağlamaya çalıştığımız bir zamandı, tam tarih hatırlayamıyorum. Çok mutlu olduğum zamanlardı o zamanlar. Bana yöneltilen "onu mu bunu mu ..." sorusunun kahramanları yukarıdaki iki bayandı. Canseveri seçtim. Ve albüm kapağım hazırlandı. O gece aslında neler neler seçmiştim, neleri neleri yapabileceğimi iddia etmiştim. Sadece ben değil, oradaki herkes birşeyle birşeyin arasından birini seçmişti bir çok alanda. Bu zaman geçirgeç sayesinde oradaki neredeyse her kişinin tercihlerini, zevklerini yakından izleme, öğrenme ve de kimisinin zevklerine algılarına baya şaşırma fırsatı bulmuştum. Velhasıl nedense akıllarda bu kıyaslama kalmış, tam olarak neden Canseveri seçtiğimle ilgili yapmış olduğum açıklama bunun sebebi olabilir tabii, emin değilim. Aslında çok çok anonim, tanınmaz bir şekilde buralara yazılar giren bi adam olsaydım o geceki kıyaslamaları aklımda kalanlarla yazmak isterdim. Ama yazarsam bizzat benden, tanıdığınız bildiğiniz Demirbey'den voaşşırı soğursunuz. Bu biraz da bu akşam bölümde Semih'in bir konuya dair bakış açısıyla açıklanabilir: Şöyle ki, konu çok açık saçık giyinmiş, çok güzel bi kız -ki kendisi arkadaşımızdır- o gün eve nasıl gitmiştir, ağız tadıyla gidebilmiş midir?Zira dolmuşçulardan laf yediğini görenlerimiz olmuş. (Abartmıyorum artistik patinaj gösterilerindeki kadınlar o kızın yanında türbanlı gibi kalırlardı o gün için) Bu soruya Semih'in yorumu ise şuydu : 'Valla dolmuşçu olsam, ben tecavüz ederdim ona daa. Ama şimdi gıda mühendisliği okuyorum, üniversite öğrencisiyim ya ondan o seviyeye inemiyorum.' Açık sözlülüğü için Semih'i alkışladık, sırayla sarıldık, hoşgeldin Semih dedik grupça. İşte ben de o akşamki muhabbetlerin o akşamki grup içinde kalmasını herkesin yararına görüyorum, çünkü çok eli yüzü düzgün çok temiz görünümlü çocuklarız ilk bakışta.

Son bir hafta içinde önce Cansever'i Flash Tv de gördüm, ardından Elvan ile ilgili alt yazıyı bugün Ntvspor'da gördüm. İkisi de iyiydi, ikisi de mutluydu. Elvan Dünya şampiyonasına katılmıyormuş, onu beyan etmiş. Zira kendisi hamileymiş, anne olacakmış. Ben evde play station oynayadurayım Elvan seks yapıyormuş. Umarım sağlıklı bir evladı olur. Kendisi vakti zamanında seçimim olmadığı için o kadar etkilenmedim çocuk bekliyor oluşundan, bunu da belirteyim.

Cansever'e geleyim. Seçimime, kıymetlime geleyim. Bu hafta içi bir gün,sanırım salı sabahı saat 10'da Emin aradı. Henüz yatalı 3-4 saat olduğundan haliyle uykumu tam alabilmiş değildim. Sersem sepelek açtım telefonu, "Flash'ı aç la, Flash'ta seninki!" diyip durdu. Bu ara o kadar çok 'Seninki' diye adlandırılan insan var ki. Bana yazan kızlar, pedofilisever ex yarim, benim yazdığım kızlar, arkadaşlarımın bana uygun gördükleri kızlar, benim aşık olduğum kız... "Hangi benimki?" diye sordum haliyle. Emin, Flash'ı açınca göreceğimi, uzatmamamı söyledi. Nevresimimi kaldırmamla sabah soğuğunu iliğime kemiğime yedim, kumandayı yataktan yere atmışım kırk saat onu aradım buldum ve önce televizyonu sonra Flash Tv'yi açtım 'Benimki'ne ulaştım. Benimki Cansever'miş. Emin'in Cansever'i görünce edindiği heyecan bana sirayet etmedi maalesef, sanırım unutmuştum. Programı izlemeye devam ettim yine de. Önümüzdeki yayın dönemi içinde bi dizide oynayacakmış, bir sürü konser verecekmiş, bir de albüm çıkaracakmış. Her benden elini çeken gibi Cansever de almış başını yürümüştü. Reklama gireceklerini söyledi sunucu sonra. Televizyonu kapatmak için kumandayı aradım buldum, ben bulana kadar sunucu bir cümleye başlamış bulundu. O başladığı cümlesinde Cansever'in çok ünlü bir türkücüden evlenme teklifi aldığını, bu ünlü türkücünün kim olduğu ve Cansever'in cevabının ne olduğunu reklamdan sonra öğrenebileceğimi belirtti. Cansever de yeh yeh diye gülüyordu utanarak. Sikerim diyip kapadım televizyonu. Emin'in sabahın 10'unda neden Flash TV izlediğini merak ettiğim için yarım kalan uykuma da dönemedim. Düşündüm durdum yatakta.

Benden elini çeken ihya oluyor.

Benden elini çeken seksten sekse koşuyordu.

Ben benden elimi çekemiyorum.