19.03.2012

Eksik Şarkı


Nisan 17, 1993. Sabahın 06:30’unda ‘kalk hadi kalk, saat kaç oldu’ diye girdi odaya babam. Bayrağı elden devredeceği gündü, belki benden bile heyecanlıydı. ‘Yıka elini yüzünü de bişeyler yiyip çıkalım’ dediğinde annem kahvaltıyı çoktan hazırlamıştı bile.

Sıkı sıkı giydirdi annem sonra, kat kat. ‘Sabah ayazı’ dedi, ‘dikkat et oğlum, aman fazla yorma kendini, terleyip üşütme’ diye de tembihleyip, tutuşturdu akşamdan hazırladığı köfteleri elime, yolladı arabayı ısıtmaya inen babamın peşinden.

Bizimle gelecek arkadaşlarını almaya gittiğimizde, hiç unutmam, arka koltuğu gösterdi babam, ‘ön koltuk Oktay’ın bugün’. ‘Ooo yavru kartal büyüdü desene Mehmet abi’ deyip saçımı okşadıklarında arka koltuktan, babamın o günkü gururlu bakışını hiç unutmam. 7.5 sene sonunda okulu bitirdiğimde de, sonrasında da bir daha görmedim, göremedim.

‘Yer kalmazmış biraz daha gecikseymişiz’ dedi babam, saat en fazla 08:00 olmuştu arabayı park ederken. Eski meclisin önünde sıraya girdiğimizdeyse, nereden baksan 3-4 kilometre dışındaydık stadın.
Bursa cezalı. Maç Ankara’da. Gündüz maçı hem de, resmen sene ‘93’te Premier Lig kafası. 12:00’yi epey geçmişti stada girdiğimizde. Mahşer yeri sanki, 10 yaşında çocuk daha önce nerde görecekti ki bu kalabalığı? O zamanın bozukluklarıyla aldığımız köpüklere oturduğumuzda, nihayet, Beşiktaş çıktı ısınmaya. Metin’i, Feyyaz’ı, Rıza’yı canlı görmek? Ali sakat o gün, ‘bak’ dedi babam, ‘şu beyazlı işte, el sallayan, gördün mü Ali’yi’.

Bloga selam edercesine bıyıklıydı Erman. Evet, hakem olan. 16:00 olmuş, daha başlamamıştı maç. Santradayken takım, yenmişken köfteler : “Dikkat, dikkat! 8. Cumhurbaşkanımız Turgut Özal saat 14:26 itibariyle hayatını kaybetmiştir. Türk milletinin başı sağ olsun. Bursaspor – Beşiktaş maçı ve diğer lig maçları ileri bir tarihe ertelenmiştir” anonsu yükseldi. “Ankara 19 Mayıs Stadyumu’na gelen taraftarlar, aynı biletlerle erteleme maçını izleyebileceklerdir, lütfen biletleri atmayalım” diye devam eden.. Ulusal yas ilan edildiğinde bayraklar da yarıya iniyormuş meğer, o gün öğrendim..

Mayıs 1, erteleme maçı. Bu kez kendim uyandım. Ne de olsa biliyordum ritüeli. Koşarak yanına gittiğimde üzgündü, perdeyi sıyırıp ‘yağmura bak’ derken babam. ‘Başka sefere artık’. Ankara gri yine, her zamanki gibi. Ama ıslak da bu sefer. Baya hem de..

O başka sefer için, çocuk aklımla tam 399 gün bekledim. Mayıs 22, 1994. Cumhurbaşkanlığı Kupası finali. Beşiktaş – Galatasaray. Süleyman Demirel ölmedi. Feyyaz attı, Sarı Metin attı. Sergen bile attı bıyıkları terlememiş haliyle. Beni ilerde kanser edecek olan sigaraysa Beşiktaş eğer, ilk nefesi işte o gün çektim. Kupa bizim.

İlk formamı da aldım çok geçmeden, Ulus’tan. Babamdan zar zor denklediğim parayla, günlerce yalvardıktan sonra. Forma dediğin dünyanın parası tabi o zamanlar. Çubukluydu, 9 numara. Bırak sırtında ismi, önünde reklam dahi olmayan. Lisanslı ürün, klübe destek falan hepsi hikaye. Kartal Yuvası dediğin kaç senelik yer?
İçine sığamayana kadar giydiğim güzelim forma. İlk göz ağrım. Hayatımda gerçek anlamda bir kızı ilk öptüğümde bile üzerimde olan o forma. Ortaokuldaydım, beden eğitimi dersi. Normalde iki tenefüs öncesinden takım kurmam lazımken kutu kolasına maç için; çakallığa, ‘ne yapar ne ederim de karşı cinsle bağlantıyı kurarım, ekmeği yerim’ çalışmalarına başladığım zamanlar. Fark ettim ki, sonra sonra çok kız öptüm üzerimde formayla..

92-93 Çubuklu Beşiktaş Forması
Hatta bir defasında; Demirbey, Emin, Çağıl, o, bu, hep beraberiz. Piknikti sanırım, ya da o tarz bir şey. Yanımızda sezonluk kız arkadaşlarımız da vardı, maksat hep beraber kaynatmaktı. Gerçi biz (ben ve Demirbey) onları Beşiktaş’ın geleceği sanmıştık transfer ederken, ‘yıllarca hizmet edecekler abisi inşallah bu takıma’ demişliğimiz de vardır ama.. Anlamıştık ne mal olduklarını, ‘yurtdışında oynamak istiyorum ben’ dediklerinde sırayla. Akıllarınca oynadılar da. Hem de Türkiye’ye dönüş yapıp emekli olacakları - şanslılarsa - Konyaspor’a, Şekerspor’a imza atmadan hemen önce. Kimisi de futbolu bırakıp dansçı oldu ya zaten, uzun hikaye..

Neyse, iyi hatırlıyorum, Demirbey de çekmiş formasını, top oynarken çocuklar gibi şendik. Gol attıkça tribündeki sezonluk işçilere öpücük bile gönderdik. Sonrasında nicelerine gönderdiğimiz gibi..

Çokça şeyi sevdim sandım bu güne kadar, ama çok az şeyi gerçekten sevdim. Bazılarını erken, bazılarınıysa geç fark ettim. Kimi zaman önceliklerim başka sansam da, aslında o forma hep ‘oradaydı’. Markası, bedeni, şekli de değişse; üzerinden onlarca yıl da geçse, rengi hep aynıydı, Siyah Beyaz’dı. Giymediğimde bile üzerimdeydi, babamdan emanetti.

Edit: Yazıyı yazan, can dostu güzel insan. Yaşı abimce fakat abi'lerden çekilen zulümden ötürü "Oktay" benim için sadece. Ağzından çıkan kelama katılmadığım azdır. Elimde topla, bir başıma gezindiğim safi toprak bu sahaya gelmesi için özel olarak ricada bulunduğum ilk adam. Bu ricamı kırmayan Büyük Beşiktaşlı yaşça büyük kardeşim. Yazıya sadece fotoğraf ekleme işini ben gerçekleştirdim. Okuduğunuz her satır, kelimesine virgülüne dokunmadan Oktay Bey'e ait. Adetten burada yazının arkasından keyif sigarası misali bir şarkı hediye etmek. Bu yazının şarkısı da 'Yürü Güneşe' olur.

11.03.2012

O'nu Görünce (2012) ...

Rüyamda uçsuz bucaksız bir buğday tarlasında çırılçıplak yürüyorum. Buğdaylar orama burama değiyor. Bu buğdaylar ilerde ekmek olacak, nimet olacak; sikimi taşşağımı değdirmeyeyim diyorum. Baraj kuran oyuncu misali ışık yüzüne hasret yerlerimi elimde tutarak yürüyorum amaçsızca. Yoluma birdenbire ‘O’ çıkıyor. Bu halde burada ne yaptığımı soruyor. Cevabım yok. Başımı öne eğiyorum. Tam bir yalan bulup ona bu engin tarlada ne yaptığımı anlatmak için kafamı kaldırdığım anda buğday tarlası yerine İnönü Stadı’nda dikildiğimi fark ediyorum. O ise çok seksi bir hakem üniforması giymiş. Yüzü bana dönük olan O’nun arkasında kalan futbolcular ‘Allahıma tanga giymiş hafız, bak hele bak!’-‘Tabi oğlum, tanga olmasa bu iki lob ayrı ayrı lıbırdar mı hiç canııım?’şeklinde birbirlerine onun götünü ve tangasını övüyorlar. 

‘Götüne bakıyorlar’ diyorum. 'Ne dedin sen, göt mü dedin?’ diyor ve eli cebine gidiyor. 'Emekli öğretmen gibi göğsünde cebi olan şey mi giydin sen yeah tısısıs!' diye bir dalga girizgahı yapıyorum. Sonradan o trikotaj ürününün bir emekli tişörtü değil, hakem üniforması olduğunu hatırlıyorum ve ele giden cebin beraberinde bir kartla geleceğini idrak ediyorum. Babası dayak atmaya yeltenince babasının eline ayağına koala misali sarılan çocuklar gibi sarılıyorum eline ayağına. Durumu açıklamaya çalışıp ‘Arkana bakıyorlar’ diyorum ama umursamıyor ve cebinden beyaz bir tavşan çıkarıyor. Seksi hakem kıyafeti de o anda yerini Mandrake kostümüne bırakıyor. ‘Bir illüzyon gösterisinin üç aşaması vardır bıyıklı kardeşim: Giriş,gelişme ve prestij’ diyor.Benim ‘Haa The Prestige. İzledim ben onu. Ama filmde o öyle değildi ya, başka bir şey söylüyordu Michael Kaine. Hem kardeşim mi dedin ya? Ne kardeşi! Niye akrabalık, yakınlık katıyorsun, bariz peşindeyim ben senin, deme kardeş deme.’ dememle birlikte sinirleniyor ve sihirbazlar dışında bir de Abraham Lincoln'ün giydiği tarz şapkasından kırmızı kart çıkarıyor. 

Arkamdan bir ses ‘Are you big player?’ diyor bu oyundan atılışım sonrasında. Dönüyorum ve sesin sahibi Erdem i görüyorum. 'Çıkar o formayı hak etmiyorsun pis herif!' diyor. Soyunuk bi adamdan formasını çıkarmasını istemesinin gayet saçma olduğunu Erdem'e anlatıyorum uzun uzun. Pisliğimin de buğday kaynaklı olduğunu, araziden geldiğimi açıklıyorum ve ekliyorum 'Daha sabah ıslak mendille silinip çıktım lan!'. Ama sanki ben hiiç birşey anlatmamışım gibi Erdem aynı yere takılmış kalmış, sorusunu yineliyor: ‘Are you big player?’. 

‘Like a prayer vardı lan bir de.’ diyorum, tesadüf bu ya Erdem de onu dinliyormuş o sırada. Kulaklığının tekini çıkarıp bana veriyor. Kulaklıkta sarı kir var mı diye kontrol edip takıyorum sağ kulağıma. Kulaklığı kontrol etmem yapyakın dostum olan Erdem'i sanırım kırıyor. "Dostuz biz! Beni kulak kirli bi adam olarak mı düşünüyorsun? Haydi diyelim ki kulak kirliyim, neden kulak kirimden tiksiniyorsun? Biz birbirimize ana bacı sövecek kadar samimi değil miydik Demirbeyim" der gibi bakıyor. Ben de "Ya reflekssel kuflekssel"   diye ayıbımı örtmeye, unutturmaya çalışır gibi bakıyorum. Tartışmayı, gönül koymayı olaysız bitiriyoruz. Madonna’yı övüyoruz bir süre. Ben Madonna'ya olan ilgimi belirtiyor, ayrık olan ön dişlerini porselen yaptırıp birleştirdiği takdirde kendisine olan aşkımı bitireceğimi beyan ediyorum. Dünya üzerindeki her türlü şeyden Madonna'nın bana varması karşılığında vazgeçebileceğimi söylüyorum ve ekliyorum 'O' hariç. Erdem ise Madonna’nın götüne methiyeler düzüyor ‘Senin götünden bin kat daha güzel lan onun götü!’ diyor. Siktiri çekiyorum,  'Benim götü nerde gördün de konuşuyorsun?'

Çırçıplak olduğumu hatırlatıyor. Unutmuşum ben. Yine edep yerimi örtüyorum ama bu sefer nimetle alakalı bir mevzuu yok ortada, tamamen utançtan. Erdem’den sırtındaki –her Beşiktaşlıda mutlaka bir tane olan- çubuklu Rosenborg formasını ödünç istiyorum. Formayı hak etmediğimi söylüyor. 'Lan ben Beşiktaş formasını hak etmiyorum, versene şu Rosenborg formanı’ diyorum. Bu sefer de o siktir çekiyor ve elini cebine atmaya kalkıyor. Sonra aniden duruyor, ‘Ellerim ıslak be hoju cebimden bir selpak veriversene’ şeklinde bir ricada bulunuyor. Önce kağıt mendile 'Selpak' demenin, tüm kadın pedlerine 'Orkid' demenin ilginçliğini, psikolojisini tartışmaya açıyorum. Sonra Erdem lafımı bölerek 'Ellerim...' diyor '...ıslaklar!' . Bu kadar aceleci ve ısrarcı oluşuyla Erdem Bey kendini ele veriyor ve bunun yıllardır süregelen bir lise şakası olduğunu hatırlıyorum,bilincim yerinde fakat nedenini bilmediğim bir şekilde elimi cebine daldırıyorum. Vira bismillah!

Erdem’in cebinden ‘O’ çıkıyor. Biraz önce bir yanlışlık yaptığını belirtip kırmızı kartını geri aldığını söylüyor ve yeşil kart gösteriyor bana. Bu kartla maça geri dönme hakkı kazanmakla kalmayacağımı aynı zamanda Amerika’ya giriş biletimin bu kart olduğunu açıklıyor. 'Sen?' diyorum 'Hangi kartı istersin benden?'. Telefonunu gösterip 'Gitmem lazım, anlarsın ya gönül işleri.' diyor ve tek göz kıps diye göz kırparak uzaklaşıyor. Sesim titriyor ama konuşmazsam sesim sadece içime titrer diye düşünüp konuşmuyorum.

Oyuna dönüyorum, İnönü Stadı’na. Çırılçıplağım hala ve ellerimle edep yerlerimi kapatıyorum yine. Yanımda Beşiktaş formalı birkaç insan daha benimle aynı şekilde edep yerlerini avuçlamış halde dikiliyorlar. ‘Başkan ne iş, hadi ben çıplağım da siz malınızı kimden sakınıyorsunuz?’ diyorum. Baraj kurmakta olduklarını söylüyor içlerinden birisi ve ekliyor ‘Gelmiş geçmiş en iyi duran top ustası vuracak. Mermi kıvamında şutları vardır.’

Kim ulan Beşiktaşkıma frikikten gol atacağını düşünen denyo diye bakışlarımı dokuz metre on beş santim uzağa çeviriyorum. Jose Mourinho yönetimindeki Inter’in değişmez sol beki İbrahim Üzülmez topun başında. Nedendir bilinmez Beşiktaştayken sadece sol görüşüm kaynaklı, emeğine saygımdan salladığım İbrahim Üzülmez sahada gözümde büyüyor. Korkuyorum. Tipinden, bakışından, konuşmasından, üstünden, başından, herşeyinden korkuyorum. İbrahim Üzülmez topa doğru gelirken ben gözlerimi kapatıyorum. Tırsaki bir ‘GOOOLL’ sesi çıkıyor deniz tarafındaki kaleden. Deplasman tribününün olduğu yerden... O da gitti, Beşiktaş da gol yedi. Açmasam olur gözlerimi artık ama açıyorum yine de. Dünya çokzel yer olunca insan başka takıma başka kadına bakmasa da taşa toprağa bakmak için açıyor gözlerini.

Yine o buğday tarlasındayım. Yine çırılçıplağım. Biri omzuma dürt bazında dokunuyor. Kafamı çeviriyorum İbrahim Üzülmez’i görüyorum bu sefer. Odamda posteri bulunan tek Beşiktaşlı İbrahim Üzülmez. Sarılmak istiyorum, emekleri için teşekkür mahiyetinde. Ama maalesef o da çırılçıplak. Çıplak erkek etine dokunamıyorum. İbrahim ise başka kafada. ‘Dünyanın en iyi sol beki oldum ben!’ diyor. ‘Aferin!’ diyorum ‘Peki are you big player?’ . ‘Sure!’ diyor İbo kendinden emin bir şekilde. ‘İkinci defa aferin İbocum yabancı dil de yapmışsın ama şu edep yerlerini ört allasen. Buğdaylara değiyor,ilerde çoluk çocuk ekmek diye yiyecek bunları.’ şeklinde sitem ediyorum. ‘Ama beş saniye kuralı?' diyor İbo. 'İbocum 15 dakikadır hususi aynı başakla kaşıyorsun apışlarını, yüzün eblekleşti rahatladın kaşına kaşına.Ben görmüyor muyum sanıyorsun, yapma. Çocuk olma.' diyorum. İbrahim çok hazır cevapmış. 'Ama onlar da çıplak!’ diyor. ‘Onlar’dan kastının ne olduğunu soruyorum. O’nu, Erdem’i ve Michael Kaine’i gösteriyor. Onlar da bizim gibi çıplaklar.

Michael Kaine O’nun öpülesi omzuna işaret parmağıyla saydıra saydıra bir şeyler söylüyor. Azarladığını anlıyorum uzaktan, koşa koşa yanına varıyorum yaşlı Michael’ın. Dizimle vura vura mosmor ediyorum tüm vücudunu. İbrahim’le Erdem korkarak bizi izliyorlar, onlara dönüp ‘ O’na laf söyleyeni böyle yaparım ona göre akıllı olun lan!’ diye çemkiriyorum.
-Benim için döğüşe girdin. Sen beni mi seviyordun bunca zamandır. Ben bilmiyordum.
 diyor.

Hissiyatımı iyi gizlemiş olmak hoşuma gidiyor, sorusuna cevap vermeden Bruce Willis tadında gülümsüyorum.

-Ben seni... Ben seni bilmiyorum.
diyor.

-Ben kurduğun cümlelerdeki öznelere takardım, o özneleri kıskanırdım hep. Bu sefer yükleminle dövdün beni.
 diyorum.

Göbek deliğimden bi sigara çıkarıyorum, göğsümde yakıp içmeye başlıyorum. Erdem ve İbo bizi korkuyla izliyor. Yüklem ne kadar kalbimi burarsa bursun koruma kollama ve hatta kıskanma  kısmından kolay vazgeçemiyorum ve O’na dönüp edep yerlerini aynı bizim gibi örtmesini söylüyorum , fakat o anda fark ediyorum ki hepimizin edep yerleri ortadan gitmiş, yerini dirsek derisine benzer bir deriye bırakmış. Seviniyorum bu duruma. O, ben, Erdem ve İbrahim Üzülmez el ele tutuşup dirsekvari derimizi buğdaylar arasında gezdiriyoruz. O'na hissettirmeden İbrahim ile Erdem'e 'Ben ne konuştuk, ne oldu anlamadım.' diyorum. Sol bileğimden tutup onu ağzıma götürüyorlar. Öpüyorum bileğimdeki yazıyı. 

Mutlu gibiyiz.
Değil gibiyiz…

(Yazının soundtrack'ini unutmuşum. Nickiyokonun'a teşekkür ederim. Şarkının fon müziği de Foo Fighters'dan My Hero olsun)

2.03.2012

Mazideki Siz

Doğum gününden daha güzel birşey varsa o da doğum gününden bir önceki gündür. Yerküredeki tüm hediyeleri senin olarak hayal edebilir, duymayı istediğin kutlama cümlelerini sanki yarın gelecekmişçesine kendine mırıldanabilirsin. Doğum günüyse hayal kırıklığıdır. Aman neyse.

Adet olduğu üzere yine bir doğum günümde daha, fuzulî bir yazı yazma maksatlı klavyenin başına geçmiş bulunmaktayım. Doğum günümden önceki güne verdiğim öneme paralel olarak bugün saçlarımı güzelce taradım, içinde kendimi mutlu hissettiğim kıyafetlerimi giydim ve işe geldim.

Aslında yazasım yok da adet olmuş, 3 senedir ritüel olmuş diye yazıyorum. Şimdilik aklımda fikrimde "Annen ve Ben" serisini devam ettirmek var zaten. Sadece şöyle bir iç dökmek gerekirse:
Haşmet..

İki sene önce evin çalan kapısını açanda karşımda beliren beyaz kremalı, üstü jelibon ayıcıklardan süslenmiş gözükse de aslında ana malzemesi arkadaşlık, süslemesi de kardeşlik olan pastanın verdiği mutluluğu arıyorum ilk defa. Her sene barda, cafede doğum günü kutlaması yapan, yaptığı kutlamanın orta yerinde masaya doğru, garson tarafından meşaleli (Kelimeyi bulamadım lan o yanan kıvılcımlı şey neydi pastada) şekilde getirilen pastaya sanki hiç haberi yokmuşçasına, hiç beklemiyormuşçasına sevinen, şaşıranlar gibi değildi o pastanın üzerimde yarattığı etki sonucu halet-i ruhiyem. Ömrü hayatımda getirilen ilk pastaydı ve gerçekten hiç mi hiç beklemiyordum, zira akşam bir yere gideriz deniliyordu. O samimiyetsiz pasta da orada gelir, ben de 'Aaa inanmıyoruuum!' diye şaşırımsalca sevinirim, ya da sevinimselce şaşırırım diye planlıyordum. İki adam ve bu iki adamın kız arkadaşları oturmuş elleriyle bana pasta yapmış, süslemişler. Ağzımı açıp tek laf edememiştim. Bıyıklı adamın sesi titriyordu.

Bu doğum günümde burada yol arkadaşım olan Şeyma'dan da yoksunum. Bu akşam Ankara'ya gidiyormuş demin aradı da, oradan da İzmir'e geçecekmiş, 1 hafta yok. Teyzem de sabah Ankara'ya yola çıkıyor. Ankaradakilerin okulu var gelemezler. İçip içip 'Ben seni çok seviyorum arkadaş olarak ya, çok!' diye kime bağıracağım bilmiyorum.

Biraz da güzelliklerden bahsedeyim. "Annen ve Ben" yazıyorum mis gibi. Yaşa yaz, oooh basit. Hem gülüyorum, hem de ince ince içimi dökme fırsatı bulmuş oluyorum, rahatlıyorum. Sonra, kızkardeşim bana hediye göndermiş. Şirkete geldi bu sabah, giymelik kıyafet almış, çosevindim. Sonra bir de bugün baya baya içicem. Kendime en güzel sigaralardan, en güzel biralardan tekilalardan ısmarlıycam. Ve son olarak da yarın bi doğum günü mesajı alıcam iyi kötü bakmalık.

Ne olursa olsun siyah beyazlılarda yüzler gülüyor. Takım arkadaşları antrenman sonrası Demirbey'e pasta getirip üzerindeki mumları üfletmeseler de. İmkanları olduğunda üfletmişlerdi, imkanları olsa yine üfletirlerdi.
Hiç ummadık anda Beşiktaş'la ilgili sevgi dolu tweetler atan Guti'ye selam olsun





Edit: Yazının fonunda çalan şarkı da: Nouvelle Vague'den Bizarre Love Triangle