31.08.2012

Hüsnü Hep Neşedenyana

Eskimo güneşi altı ay bekliyor ya. Yemişim eskimoyu. Güneşin altı ay sonunda doğacağını bilerek beklemek başka, güneşin asla doğmama ihtimalinin çok yüksek olduğu yerin güneşini beklemek başka. Bir kadını hiç gelme umudu olmadığı halde beklesin de göreyim. Eve gelen misafire karısını kızını ikram eden, eğer misafir reddederse bunu büyük bir hakaret olarak algılayan godoş gibi adamdan yola çıkarak sevdamın boyutlarını tarif etmeye kalkıyorum. Eşeklik bende.

Bundan altı yıl önce tanışmıştık. İlk başlarda öyle etkilenmedim ben. Sonra çok etkilendim. Malım demekki. Tanışmamızın üzerinden beş ay civarında bir süre geçmişti ki ben O'ndan etkilenmeye başladım. Böyle bir kıpır kıpırlık hakim olmaya başladı bünyemde. Ağzından çıkan her şey benim için duyması en güzel şeyler oldu. Bir keresinde bir yandan yemek yiyip bir yandan da konuşuyordu. Ne de güzel konuşuyordu. O sırada ağzından, çiğnemekte olduğu birkaç pirinç püskürüp koluma geldi. Onu bile kazıdım hafızama. Bu altı yılın beş yıl yedi ayı boyunca ben ona aşık gezdim. Ama kendisi aşırı güzel ve hiç sevgilisiz veyahut aşk acısız kalmadığı için gidip de sevdamı diyemedim. O sevdalandı başkalarına, ben hep imrendim gönlünün işaret ettiği noktaları, istedim o noktalardan biri ben olayım. Olmadı.

İkimiz de fertil döl verme mevsimlerimizin sonlarındaydık. Ben hep O'nu beklemiştim. O ise üç sevgili, bir nişanlı, bir de koca eskitmişti. Yine de varsın olsundu. Artık yağmur yağıyordu. Ve ben yıllardır bu yağmuru bekleyen bir solucan edasıyla deliğimden çıkıyordum artık. Ha bir de kendinden güzel olmasın bir kız çocuğu olmuştu biten evliliğinden. Kızına 'Çisem' adını koymuştu şekilli gibi. Ben hep Çimen diye sevdim kızcağızı. Aklıma hep Ah Müjgan Ah filminden şu diyalog geliyor Çisem ismini düşündükçe:

- Senin çocuğun mu Müjgan? Biz evlenseydik bizim çocuğumuz olacaktı.. İsmi de Koray değil; Ali, Ahmet gibisinden bir şeyler olacaktı...

Çisem'in anlamını bilmem etmem. Ama öyle masa, sandalye gibisinden basit birşey olmadığı kesin. Çocuğu hayata 1-0 önde başlatan isimler bunlar.

Altı yıldır hiç aldatmadım onu.

Aslında yalan olmasın bir 5-6 gün boyunca başka kadınlarla beraber oldum. Düğününün olduğu gece ve balayı süresince ben de başka kadınlarla beraber oldum. Zira evde oturup mandalina yemeye devam etsem aklıma nazlı yarin aşk dolu dakikaları gelirdi. Gerdek gecesinin ve balayı döneminin toplum tarafından kabullenilişi sekse denk geliyor biliyorsunuz. Bu yüzden canım fazlaca yanar diye ben de bu şekilde olan bitenden fikriyatımı uzak tutmaya çalıştım. 

Yanlış yapmışım. Da yaptım işte, zaman geri sarılmıyor.

Evliliğini bitirişinin üzerinden dört ay gibi bir süre geçmişti. Hala sinsi gibi, kurnaz gibi takiplerimi sürdürüyor; hayatından, gönlünün odaklandığı noktalarından bilgiler almaya edinmeye çalışıyordum. Bu dört ay içinde hiç bir yaprağın kımıldamamış olması sonunda beni bile cesaretlendirdi. Yine de son bir kez, emin olabilmek adına oturduğu mahalleye gittim. Sokakta it gibi pısıp beklemeye başladım. Akşam olmuş ama aradığım kişi henüz mahalleye gelmemişti. 'Denyoluk mu yapıyorum acaba, girdiği çıktığı saati öğrenip öyle mi gelsem?' düşüncesi mantıklı gelmeye başlamıştı ki hedef sokağın köşesinde belirdi. 'Şşşt çocuuk!' diye bağırdım. 'Bana mı dedin birader?' diye sertçe cevapladı olmayan sorumu. 'Gel bi gel.' diye bozuntuya vermeden yuvamı yapmaya davet ettim onu. Her adımda siniri arta arta geldi, tam beni yumruklarının menziline aldığı sırada 'Demirbey?' diye şaşırdı. 'Nasılsın küçük? Nereden tanıdın Demirbey abini?' diye sordum. 'Ya abi ne küçüğü, duyan da 5-6 yaşında bir çocukla konuşuyorsun sanacak. Bıyığından tanıdım nereden tanıyacağım. Ne arıyorsun burada?' dedi.

 (DB-Demirbey, MK-Müjgan'ın kardeşi)
DB- Ya oğlum böyle eski zamanlar havası yakalamaya çalışıyorum. Hani 70'ler 80'ler gibi. Şimdi sen Müjgan'ın küçük erkek kardeşisin. 5-6 yaşlarında. Ben çok büyüğüm senden. Tamam? Bozma devam et hadi. Eee nasılsın , ablan nasıl?
MK- Ablam iyi işte, onun yanına gidiyordum ben de. Gelsen ya sende?
DB- Olmaz. Yeni dul kadın. Gören eden hoş karşılamaz. 
MK- Ablamın boşandığını nereden biliyorsun?
DB- Sen daha küçücüksün çocuk. Bilirim ben. Seviyor muydun enişteni?
MK- İtin tekiydi. Ablamın bok yemesi işte. Hala arıyor soruyor uğursuz.
DB- Yapılır öyle hatalar. Ama ablaya kızılmaz. Hadi git sen ablanın yanına. Beni gördüğünü de söyleme.

----------------------------------------

Kardeşiyle görüşmemin ardından beklenen günün geldiğini muştulama maksatlı eski ekibe haber saldım. Sevindiler sonunda kabuğumdan dışarı çıkmama. Yalnız, fikirlerine çokça saygı duyduğum Oktay, durumun tam bir Türk filmi olması, 80’ler kokan bir durum haline gelmesi için kızcağızın kardeşini dövmemiz gerektiğini söyledi. Kardeşi bizden çok küçük müçük diyemedim; zira çabuk gaza gelen bir yapım olduğundan, Oktay “Kundaktaki çocuğu döveliiim” diye bağırsa mahalledeki lambriciye çivili sopa yaptırır, sorgulamadan yola koyulurdum.  Emin, Çakıl ve Semih’e ikinci defa telefon açtım. Bu sefer kendilerini hazırlamalarını, yakın zaman içinde bizden çok küçük de olsa bir çocuğu döveceğimizi söyledim. Çok küçük olması heveslerini kaçırır diye boyunun 2,14 kilosunun da 143 olduğunu uydurdum. Ayık kafayla olay çıkarılmaz diye düşünen Semih, döğüş öncesi alkol sponsoru olmayı önerdi ve ekledi ‘Bir yerden bir para gelecek de bir iki gün içinde. Ezelim onu da(Dahi anlamındaki -da değil, laz ‘da’sı)!’ dedi. Emin de sağolsun inşaat şirketinden boru getireceğini, boruların birinci sınıf malzeme olduğunu, atacağımız dayağın şiirselleşmesine katkısının fazlaca olacağını belirtti. Bir ara cozutup ‘Beton getireyim, ayaklarını beton külçeleyip denize atalım mı ölsün?’ dedi, nedense bu defa gaza gelmedim. ‘İyi düşünmüşsün de malzemeyi hunharca kullanma Emin’im batarsın. Sopaları da çocuğu dövdükten sonra sana geri vereceğiz zaten.’ diyerek hem teklifini kibarca reddettim, hem de tasarrufla ilgili akıl verdim ve Emin’in ilerde olası bir trilyonerliği durumunda borç istemeye yüzüm oldu.
 
Blog’um hakkında zaten cinsel içeriklidir uyarısı yapılıyor, bir de şiddet uyarısı almak istemiyorum o nedenle fazla detaya girmeyeceğim bu yazıda ama içimizdeki en ufak tefek adam olan Çakıl’ın bile teke tekte yiyebileceği 'kek'likteki çocukcağıza biz beş kişi abandık. Baktık çok rahatça dövebiliyoruz demir sopaları kullanmadık. Dayak sonrasında o sopaları şakalaşmada kullandık. Yürürken önde yürüyenin götüne mötüne dokundurduk, arabayı kullananın kulağına sokmaya çalıştık, ben bir ara Star Wars Kid gibisinden lightsaber şovu yaptım, Oktay güldü.


Oktay’ın aklına uymuş canım Sadri Alışık filmini Aile Şerefi’ne döndürmüştüm. Oktay filmdeki Oktay’ın babası rolüne geçmiş, ben Oktay olmuştum. Ne istiyorduk Şevket Altuğ’dan, Mahmut Hekimoğlu’ndan, Mahmut Cevher’den, Cengiz Nezir’den…
Yuva örseleyen piç
  Ben baya bir pişmanlık duymuştum ufak Müjgan’ın kardeşine yaptıklarımızdan ötürü. Bir hafta falan çocuğun yarası beresi şişi insin diye, ailesi full konsantrasyon ilgilensin minnakla diye ilişmedim yarime. Bir haftanın sonunda artık gitmeye hazırdım. Gitmeden Semih’i aradım. Sponsorluğunu istediğimi; benim cesaret hapıymış, alkolmüş, çamaşır suyuymuş kafamı güzel yapacak, sakinleşmemi sağlayacak ne varsa almama yardım etmesine ihtiyacım olduğunu belirttim. Semih’in gönlü boldur, sağolsun yardım edeceğini söyledi. Ama parayı çoktan ezdiğini, paranın yalnızca çok az bir meblağının kaldığını, bu meblağ ile sarhoş olabilmenin çok zor olduğunu söyledi. Fakat risk alırsak kafamızı bu parayla da güzel yapabileceğimizi de ekledi. Risk aldık. Kolonya molonya içtik, ispirto da içek mi diye sordu. Denedik, rengi çokzel diye insan yadırgamıyor tadını. Çok makyajla güzel olabilmiş kadının boyasının altındaki çirkinliğin, fazla önemsenmediği gibi önemsemedik ispirtonun yarrrrak gibi tadını. İştik. Ve ben yola çıktım.

Kapının önüne geldiğimde kafamın güzelliği sayesinde çok rahattım. Zili çaldım. Für Elise’ydi. ‘Alles für Müjgan’ dedim, her şey Müjgan için dediğimi zannederek. Biz evlenince Cendere’yi koydurcam bu zile dedim. Ne diyorsam bağırarak diyordum. Sonra da tükürüğümü toplayamaya toplayamaya gülüyordum. Bunun müsebbibi olarak gördüğüm ‘ispirto’yu icad edenin annesine küfrettim. Yine bağırarak... Tamam bu densizlikleri ispirto yaptırıyordu belki ama tükürüğümün ağzımdan sürekli akması ağzımın çok büyük olması ve benim bu büyük ağzın tamamına hükmedemememle alakalıydı. Bir de ağzıma küfrettim.

Korkar gözlerle Müjgan açtı kapıyı. Önümü ilikledim, başımla adeta bir beyefendi gibi selamladım onu.  ‘Tanıdın mııııa?’ diye kız gibi, şirin gibi gülerek sordum. Tanımış. Bıyıklarımdan.. ‘Ulan bıyıklarımı kessem sırtıma magnet yapıştıracaksınız ha! Buzdolabından farkımız yok şu bıyık da olmasa di mi Müjgan?’. Müjgan haklı olarak korkarak bakıyordu. Durumu izah etmeye çalışayım istedim. Halı saha maçından geldiğimi, Powerade şişeme şaka olsun diye ispirto koyduklarını, kusura bakmamasını, bütün bu denyoluklarımın sorumlusunun bana o şakayı yapan arkadaş olduğunu anlattım. Yedi.

Onca konuştuktan sonra konuya gireyim dedim. Altı yıldır girmeyi beklediğim konuya.. İçeri davet etti. Rahatsız etmeyeyim diye kibar gibi sordum.

-Yok ne rahatsızlığı, Harun var sadece.


Hani bazı filmlerde sesi tamamen keserler ya sağırlık efektti yaratmak adına. Görüntü bir flu, bir net.; odaklanmaya çalışır..  Hah öyle işte.

‘Hep Harun var..’ diyebildim sadece. Arkamı dönüp merdivenleri kullanarak aşağı indim. Ben son sözümü söylerken ve arkamı dönüp giderken o bir şeyler dedi, ben anlamadım. Duymadım hiç ne dediğini.  

Dünyada her zaman inanılacak sağlam şeyler bulunur.  Hiç bir şeye olan inancım kalmasa bu cümleye inancım sürecek, ölene kadar idare edecekti beni.


Akraba Facebook'u sitemkar özdeyiş örneği.

 Bu Medusa kokan Harun Darbesi’nin ardından ben ispirtoya fena alıştım. İçip içip Facebook’ta akrabayı, eşi dostu darlamaya başlıyordum. Kah iktidar partisinin yaptırımlarını sivri ve mizahi bir dille eleştiriyor, kah gülen çocuk fotoğrafları altında özlü sözler paylaşıyor, kah sikko sikko üç rengi bir araya getirme oyunlarında namerde el açıyor-yardım dileniyordum. Başlarda arkadaş çevresi çok gülüyor, akrabalar ise paylaştığım şeyleri like’a boğuyorlardı. Arkadaşların like'ları-gazı gün geçtikçe söndü fakat akrabalar siyasi şeyler konusunda hala ilk günkü kadar beğeni sahibiydiler. Tak! Koy asker fotoğrafını. Like Like Like! Tak! Paylaş bir Yılmaz Özdil Yazısı. Abbaaaav Like Like Like. Akrabalardan aldığım gazla ben paylaştıkça paylaştım.

Ben Müjgan'ı hep gizli sevdim.‘Müjgan’ı seven bir milyon kişi bulabilirim.’ grubunu kurdum.İlk seven, beğenen ben oldum. Sonra kapadım grubu beğenilere. Kimseye sevdirtmedim. Kendi minik çapımda..




(Edit: Yazının iki soundtrack'i var. İlki yazıyı düşünme aşamasında kafamda çalan, ikincisi de çogzel bir tavsiye. Yerinde de bir tavsiye Naile hanımdan. Buyurun..)



 (Kusura bakmayın bu sırf Müjde Ar fotoğraflı bir video olmuş, açık saçık fotoğraflar yakalanmaya çalışılmış. Ama daha güzel bir kayıdını bulamadım)

14.08.2012

N.M.N.Q

'Feda' dedi Demirbey de ve çok cüzi bi meblağa İstanbul'a geldi kurulu düzenini bırakıp. Önceleri şehre ve gece hayatına hızlı bir giriş yaptı. Sonra bıyıklarının, üzerine kondurmuş olduğu olgunlukla bir düşündü. Bu hızla giderse şehirde tutunamayacağını, hem hayallerini süsleyen şeylerin bu hızlı hayatın ucunda beklemediğini fark etti.

Yaptığın yemeği tek başına yemek kadar çirkin birşey çok azdır sanırım. Tekil hayatlar devrim yapabiliyor ama sıkılıyor yemek yerken.

Tırnaklarımı yememek var. Yaptığım. Olacak. Ellerim baya güzel.

Hastalıklar var. Hep aynı sahneyi koyan gözünün perdesine her gözünü kapatışta. Bir insanın kala kala tek hayali kalmış olabilir mi elinde olup da gerçekleştirememiş olduğu. Mesela: İki berjer...

İki berjerden birinde oturacak, kahve içip sesli sesli kitap okuyacak veyahut benim okuduğum kitabı dinleyecek biri çıkmıyor öyle yerlerden. Cast çekimi yaptım, denedim. Yok. Sonra başka oyuncular buluyorsun. Onlar da başka dizilerde başrolü kapmış. Akasya Durağı'ndan beter dizinin oyuncusu olup halinden memnun olan var. Benim berjerli dizime yan gözle bile bakmıyor, o kadar mutlu sefaletinden. Şive yaparak gülüp güldürüyor. E haliye Pepeé Pepeé çok üzülüyor.

Neyse.. Öyle bir oyuncu var. Bir gün ya ben onu bulacağım ya o gelip berjeriniz dikkatimi çekti, ben oynayabilir miyim diyecek.

Zerre kadar ışıltı görmüyorsun ama inanıyorsun işte. Tanrı'ya inanmak gibi. İnanmak istiyorsun. Birşeye...
Görmesem de inandığım, bildiğim, nadiren de olsa şüpheye düşüp sonra duyduğum şüphe yüzünden kendimden utandığım birşey daha vardı. Yarın yahut öbür gün göremeyeceğim bir yere yazdıracağım onu da.