20.01.2012

LİTOST

Blog 4 yaşını devirdi yuvarlandı gidiyor, bu 4 yıl içinde en midem bulana bulana yazdığım yazıyı bir arkadaş evinde yazmıştım. 2 defa arkadaş evinden yazı gönderdim. İkisi de birbirinden travmatik, kendinden ve hayattan tiksinen, yaşam enerjisi çekilmiş bir adamın elinden çıkmış yazılardı. Tabi o yazıları yazarken ben alelade bir öğrenci evinde olduğum gerçeğini görmezden geliyor, sanki bir Gus Van Sant'in Last Days'inde başroldeymişimcesine karalar bağlıyordum, tripten tribe sürükleniyordum. Şimdiki ruh halimin tam olarak nasıl olduğunu henüz hissedemiyorum.Yazının sonunda paylaşacağım şarkıya yön verecektir ruh halim aslında ama hele bi sona yürüyeduralım.

İstanbul'da ve tabi yeni işimde 3 ayı geride bıraktım. Geçtiğimiz hafta başında imzalamış olduğum süresi sınırsız sözleşmeyle de bu şehirdeki geleceğimi garanti altına aldım. Henüz altyapıda sayılırım ama bir Stevie G. de bir Francesco Totti de, bir Paul Scholes da bir zamanlar altyapıdalardı. O yüzden hiiiç gocunmuyorum. 'Bıyığını kes!' diyen olmadıktan sonra bana hava hoş.

Burada üç sıkıntım var. Maddeleyelim hadi:

a) Para:
Maalesef okulum bitmediği için henüz bir lise mezunuyum. Dolayısıyla da aldığım ücrete etkiyor bu durum. Çok kısıtlı bir para alıyorum şimdilik. Ama kiram, elektriğim, suyum, internetim bedava olduğundan kelli kendi yağımda kavrulmaya çalışıyorum o kısıtlı meblağ ile. O kısıtlı meblağın tamamına yakını da Beşiktaş maçlarına ve bira-sigaraya gidiyor. Efendim bu fakir halimle Kapalı alt müdavimi oldum. Yeni açıkta, eski açıkta izlediğim maçtan bi skim anlamıyorum. Bünyem orada maç izlemeyi reddediyor adeta. Kapalı altta, yeni açığa biraz olsun daha yakın tarafta, en alt basamağın 2-3 sıra yukarısına yerleşiyorum her maç. 2-3 sıra yukarıya yerleşiyorum ki önümdeki yan hakem hata yaptığında bir sinirle 3 basamak uçup kulağına küfürlerimi fısıldayabileyim. Ref Whisperer! 
 
Gelgelelim bu parasızlık yüzünden alışveriş sitelerine bakmaz, canımın çektiği yemeği yiyemez oldum. Bir tarafının şişmesi ne acı birşeydir bilir misin bebek?
Yine de 'Bin şükran' diyip (Sultanahmet'te geziyorum evet) mutluluğumdan ödün vermemeye çalışıyorum ve İstanbul'a geldiğinde beni arayıp soran; gül cemalimle bakışmayı, iki gram hoş sohbetimi arzulayan her kim olursa olsun en güzelinden ilk birası benimdir. Damsız da girilir hem. Adeta bir Alişan gibi, bir Burhan Çaçan gibi ne kadar fakir hallerde de olsam centilmenliğimden, eliaçıklığımdan ödün veremiyorum.

b) Diplomasızlık:
Burada içimi dökme, duygularımı anlatma kisvesi altında bir cümleye giriş yapacak olursam; o cümlede kâh belirtili nesne, kâh dolaylı tümleç görevini üstlenecek küfürleri 8 punto gibi en ufağından harfler halinde bastırıp, yan yana koyarak buradan Ankara'ya kadar -ki bu yaklaşık 453 km ediyor- serebilir, ayağımı asfalta değmeden kağıtlar üzerinde evimin kapısına kadar gidebilirim.

 
İdealsiz bir adam değildim. İdeallerim vardı, fakat o ideallerimle karnımı doyurabileceğime inanmayan bir de ailem vardı. Benjamin Button olmayı insan bu durumda isteyebilir. Düşünsenize annem-babam 40 yaşında, gayet yaşlanmışlar; bense liseye giden 70 yaşında bir dedeyim. Bastonumla vura vura mosmor ederdim etlerini. Ses de çıkaramazlardı. Hakkımı helal etmemekle tehdit eder, ne yapar ne eder girerdim güzel sanatlar camiasına. Olmadı...

13 ayrı bölüm yazdığım (Hastane fobime rağmen, biraz da nazar boncuğu gibi en üstte dursun diyerekten Hacettepe Tıp bile yazmıştım), totalde 14 tercih yaptığım üniversite sınavlarında ortalarda bi tercihim olan gıda mühendisliğine girebildim. Şimdi bana hacettepe gıda mühendisliğini sorana edene: "Sokayım öğrencisine ayrı, hocasına ayrı (Tenzih ettiklerim kendilerini bilirler)" diyorum. Farkındaysanız okulun, bölümün adını sanını bile küçük harfle yazıyorum, o derece tiksiniyorum, saygı duymuyorum camiama. (Dede Mode On)-"Hakkımı helal etmiyorum bir gram da olsa hakkımın geçtiği kimselere"-(Dede Mode Off). Liseler bölüme gezi düzenliyorlar, genç dimağlar bir üniversite bölümünün içini görecek olmanın heyecanıyla pıtır pıtır bölüm kapısına koşturuyorlar. Ben daha merdivenlerde kendilerini karşılayıp 'Yapmayın lan, tamam bu bölümde bir erkeğe 5 kız düşüyor ama sırf üreme organının ne olduğuna göre insanlara kız-erkek dendiği için kız diyoruz bu bölümdekilere. Yoksa al okey oyna, al altılı ganyan yap, adam mı eksik? çağır halı sahada oynasın- buradakiler öyle. Adeta bir Hasan, adeta bir Harun, bir Abdullah buradakiler. Gidin başka bölüm yazın, hatta siktir edin hiç gezmeyin bile.' diyip gençlerin ilerde çatır çatır kırılacağından emin olduğum umutlarını, daha filizlenmeden tarım ilacı boca edip sarartıyorum, solduruyorum (Soldur of Fortune).

Neyse okur, demek istediğim şu ki sen sen ol ideallerinden vazgeçme. Gerçekçi ol imkansızı iste, ya da gir nasibine ne çıkarsa, benim gibi imanın gevreye gevreye, canın götünde bir halde oku. Okulum,-aman diyeyim ama- bir sene daha uzarsa zaten canım götümden çıkar, uçar gider (Fokun canı götünde olur Cemil   ( Ha o fok döven kanadalılara buradan ağır küfürlerimi iletmeyi borç bilirim) ).

c) Sıla Hasreti:
Şimdi bu madde, ismine bakıldığında müziklerini Kıraç'ın yaptığı bir atv dizisini andırsa da aslında mühim bir konu. Belki de en çok can yakanı.

Ankara'ya karşı duyduğum bir özlem anlaşılmasın bu maddeden. Ankara'daki canısı arkadaş grubumu topla bir şehirler arası nakliye firmasının kamyonuna, Banker Bilo filmindeki gibi az da gezdire gezdire getir İstanbul'a bir daha gıkım çıkarsa namerdim. Burada büyük bir kulübün bıyıklı, 80'ler model forvetiyim belki, belki kadrodayım, oynama şansı da buluyorum ama takımla uyumum henüz gerçekleşmedi. Onlar 5'e 2 dar alanda pas çalışması yapadursun ben takımdan ayrı düz koşular yapmayı yeğliyorum.
"-İlaçlandı onlar, yemeyin laaan!" derlerdi bize. Küçüktük..
Kimbilir diyorum, askere gittiğimde ne pis yalnız kalacağım diyorum. İçim sıkılıyor. Çocukluğunda, her arkadaşının tatile gittiği, senin de lojmanda tek başına kaldığın o yaz tatillerinden bir gün gibi geliyor bazen buradaki günler bana. Dışarı çık, yürü, eğil, durduk yere bir anda koşmaya başla, çim kopar, ağaçtaki kırmızı süs meyvelerinden bir-iki tane tat, beğenme tükür, ağzını suyla çalkalamak için hortuma koş, hortumu kaldıra kaldıra hortum içinde kalmış olan su birikintisini ağzına dek taşı, su cehennem sıcaklığında olsun, hararetin artsın, sonra canın sıkılsın, tekrar eve dön, saate bak, dışarıda çok çok zaman öldürdüm 'Yaşasın, gün bitiyor' diye düşünürken 15 dakika içinde eve dönmüş olduğunun farkına var. TGRT'de 1.lig maçlarının verildiği yıllar. Hiç yağmurlu anım yok zaten o yıllardan, şimdi buradan 'Fotoğraf sanatıyla ilgileniyorum yea' diyen, her çektiği fotoğrafın sağına soluna 'Ad Soyad Photography' yazan onlarca fotoğrafçıya, onlarca şeye selam olsun ama işte o zamanlar aklımda tek bi renkle yer ediyor: Sarı- Sepya Sarısı.

Sarışından da sarıdan da tiksinirim zaten oldum olası. 

"Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür..." <-- Buraya kadar sorunum yok.
"...Ve bir orman gibi kardeşçesine." <-- İşte tam da bu eksik yanım. Ama hep'lere varmak için önce hiç'i göze almalıyız değil mi?



Edit: Yazının şarkısı da Yasemin Mori - Mutsuz Punk olur o zaman.

Edit 2: Hiçbir yazının başlığı bir yazıya bu kadar uymamıştı. Araştırırsan ...

1.01.2012

Bîkarış-ün Nehir

Oldum olası dakik bir adamımdır. Babamın memur olmasından ötürü mü yoksa başka bir durum mu buna neden oluyor, bilmiyorum. Bir buluşma, bir sözleşme varsa sözleşilen saatten 5 dakika evvel illaki orada olurum. Tabi karşı taraftan aynı hassasiyeti göremedim çoğu zaman. Bir sigara ortalama 7,5 dakika sürüyor. Bekletme de maksimum 15 dakika olacaksa "Bir sigara + gelen geçeni kesme"yle bekleme seansı sıkıntısız atlatılır. Ama o 15 dakikayı geçen bekletmeler yok mu? İşte ben sürekli o 15 dakikayı geçen beklemeleri yaşıyorum. Hem karşı taraf beklettiği için, hem de kendim erken geldiğim için (Tüm suç bekletene yıkamam).  Önceleri baştan sona buluşulacak yerde beklerdim, yarım saatler, kırk dakikalar... Sonra baktım çok çirkin duruyorum, sağda solda bana bakıldığı düşüncesi aklımı ele geçiriyor, esnafın taşşakoğlanı oluyorum; karar verdim kitapçıların önünde buluşma ayarlayıp içeride kitaplara bakarak vakit geçirmeye. İyi de oldu, önünde beklediğim kitapevinin içinde "hem vakit geçireyim hem de üşümeyeyim" düşüncesiyle kitaplara baka baka genel kültürün amına koydum. Kim 500 milyar'da jokersiz 125 milyara gelir oldum. Hatta ben var ya ben, -artık o kitaplar kafamı nasıl çalıştırdıysa- daha önceleri Bir Kelime Bir İşlem'de, işlem sorularında '43 yaklaşık', '37 yaklaşık' sonuçlarla övünürken; şimdilerde o bekleme seansları sırasında okuduğum kitaplar sağolsun '8 sayının tamamını açmayın yeaa! 3-4 sayı verin bana , tam üstüne basayım sonucun!' triplerine meyleder oldum (Bana bir övgü verin ve götümü yerinden oynatayım (Arşimed'e selam olsun) ). Kelime kısmında 'Cevap veriyorum, 3 jokerli kelime buldum: MASA' diyen adamken şimdi sadece senin isminin 7 harfini kullanarak oturup kitap yazıyorum. Beyin kıvrımları yeni ütülenmiş ipek mendil kıvamında, dümdüz olan bir adamken; insan bekleye bekleye ceviz gibi kıvrım kıvrım beyinli bir adam oldum çıktım.
Düüüğdd

Bilmiyorum bir Efe, bir Mert, bir Orçun olsaydım yine bu kadar bekler miydim? 'İyi ki Demirbey'im ben ve iyi ki hep bekleyen olmuşum. Beyne bak beyne! Derya kuzusu hey maşşallah!' diye övünsem mi? Yoksa 'Ya beklesin kız yeaaa! Dur caddede arabayı az daha gösterip öyle gideriz yeaaa!' diyemediğim, beklenen adam olmadığım için dövünsem mi?

İlişki konusunda ise asla doğru zamanda olmam gereken yerde olamadım. Hep geç kaldım. Aslında dümdüz bir geç kalma değil bu. Zira ben buluşulacak yere hep önce gidiyordum. Belki saatler, belki aylar önce... Ama artık aklımı ne kurcalıyorsa, geçip bir yere saklanmaya başlıyordum. Sanırım kız 'Aaa tipe bak, tezcanlı gibi erkenden gelmiş ihihi!' demesin diye; belki bir Mert, belki bir Efe olabileyim diye böyle bir tavrın içine giriyordum. Sonuç olarak, ben orada saklanmanın dozunu ayarlayamayınca da o güzel kızlar hep bir başkalarıyla gidiveriyorlardı.

O kadar çok el salladım ki bekletip kaçırdıklarımın ardından, sağ kolum felç. Yazı yazamıyorum, yemek yiyemiyorum, sonra ee şey. Evet...
Erken Kaybedenler

Ben kimisini beklerken İlahi Komedya'yı bitirdim tuğla gibi, tek celsede. Belki düşününce, caddede voru vorrr diye gaz debriyaj takılmaktan iyidir. Şimdi de okuyun okutun isterim: Erken Kaybedenler'i okuyorum. Ama kitap kısa, bu sefer geç kalmamak ümidiyle. Zaman akıp geçiyor...


Yazının Şarkısı: Oh Land'den Sun of a Gun