İstanbul'da ve tabi yeni işimde 3 ayı geride bıraktım. Geçtiğimiz hafta başında imzalamış olduğum süresi sınırsız sözleşmeyle de bu şehirdeki geleceğimi garanti altına aldım. Henüz altyapıda sayılırım ama bir Stevie G. de bir Francesco Totti de, bir Paul Scholes da bir zamanlar altyapıdalardı. O yüzden hiiiç gocunmuyorum. 'Bıyığını kes!' diyen olmadıktan sonra bana hava hoş.
Burada üç sıkıntım var. Maddeleyelim hadi:
a) Para:
Maalesef okulum bitmediği için henüz bir lise mezunuyum. Dolayısıyla da aldığım ücrete etkiyor bu durum. Çok kısıtlı bir para alıyorum şimdilik. Ama kiram, elektriğim, suyum, internetim bedava olduğundan kelli kendi yağımda kavrulmaya çalışıyorum o kısıtlı meblağ ile. O kısıtlı meblağın tamamına yakını da Beşiktaş maçlarına ve bira-sigaraya gidiyor. Efendim bu fakir halimle Kapalı alt müdavimi oldum. Yeni açıkta, eski açıkta izlediğim maçtan bi skim anlamıyorum. Bünyem orada maç izlemeyi reddediyor adeta. Kapalı altta, yeni açığa biraz olsun daha yakın tarafta, en alt basamağın 2-3 sıra yukarısına yerleşiyorum her maç. 2-3 sıra yukarıya yerleşiyorum ki önümdeki yan hakem hata yaptığında bir sinirle 3 basamak uçup kulağına küfürlerimi fısıldayabileyim. Ref Whisperer!
Gelgelelim bu parasızlık yüzünden alışveriş sitelerine bakmaz, canımın çektiği yemeği yiyemez oldum. Bir tarafının şişmesi ne acı birşeydir bilir misin bebek?
Yine de 'Bin şükran' diyip (Sultanahmet'te geziyorum evet) mutluluğumdan ödün vermemeye çalışıyorum ve İstanbul'a geldiğinde beni arayıp soran; gül cemalimle bakışmayı, iki gram hoş sohbetimi arzulayan her kim olursa olsun en güzelinden ilk birası benimdir. Damsız da girilir hem. Adeta bir Alişan gibi, bir Burhan Çaçan gibi ne kadar fakir hallerde de olsam centilmenliğimden, eliaçıklığımdan ödün veremiyorum.
b) Diplomasızlık:
Burada içimi dökme, duygularımı anlatma kisvesi altında bir cümleye giriş yapacak olursam; o cümlede kâh belirtili nesne, kâh dolaylı tümleç görevini üstlenecek küfürleri 8 punto gibi en ufağından harfler halinde bastırıp, yan yana koyarak buradan Ankara'ya kadar -ki bu yaklaşık 453 km ediyor- serebilir, ayağımı asfalta değmeden kağıtlar üzerinde evimin kapısına kadar gidebilirim.
İdealsiz bir adam değildim. İdeallerim vardı, fakat o ideallerimle karnımı doyurabileceğime inanmayan bir de ailem vardı. Benjamin Button olmayı insan bu durumda isteyebilir. Düşünsenize annem-babam 40 yaşında, gayet yaşlanmışlar; bense liseye giden 70 yaşında bir dedeyim. Bastonumla vura vura mosmor ederdim etlerini. Ses de çıkaramazlardı. Hakkımı helal etmemekle tehdit eder, ne yapar ne eder girerdim güzel sanatlar camiasına. Olmadı...
13 ayrı bölüm yazdığım (Hastane fobime rağmen, biraz da nazar boncuğu gibi en üstte dursun diyerekten Hacettepe Tıp bile yazmıştım), totalde 14 tercih yaptığım üniversite sınavlarında ortalarda bi tercihim olan gıda mühendisliğine girebildim. Şimdi bana hacettepe gıda mühendisliğini sorana edene: "Sokayım öğrencisine ayrı, hocasına ayrı (Tenzih ettiklerim kendilerini bilirler)" diyorum. Farkındaysanız okulun, bölümün adını sanını bile küçük harfle yazıyorum, o derece tiksiniyorum, saygı duymuyorum camiama. (Dede Mode On)-"Hakkımı helal etmiyorum bir gram da olsa hakkımın geçtiği kimselere"-(Dede Mode Off). Liseler bölüme gezi düzenliyorlar, genç dimağlar bir üniversite bölümünün içini görecek olmanın heyecanıyla pıtır pıtır bölüm kapısına koşturuyorlar. Ben daha merdivenlerde kendilerini karşılayıp 'Yapmayın lan, tamam bu bölümde bir erkeğe 5 kız düşüyor ama sırf üreme organının ne olduğuna göre insanlara kız-erkek dendiği için kız diyoruz bu bölümdekilere. Yoksa al okey oyna, al altılı ganyan yap, adam mı eksik? çağır halı sahada oynasın- buradakiler öyle. Adeta bir Hasan, adeta bir Harun, bir Abdullah buradakiler. Gidin başka bölüm yazın, hatta siktir edin hiç gezmeyin bile.' diyip gençlerin ilerde çatır çatır kırılacağından emin olduğum umutlarını, daha filizlenmeden tarım ilacı boca edip sarartıyorum, solduruyorum (Soldur of Fortune).
Neyse okur, demek istediğim şu ki sen sen ol ideallerinden vazgeçme. Gerçekçi ol imkansızı iste, ya da gir nasibine ne çıkarsa, benim gibi imanın gevreye gevreye, canın götünde bir halde oku. Okulum,-aman diyeyim ama- bir sene daha uzarsa zaten canım götümden çıkar, uçar gider (Fokun canı götünde olur Cemil ( Ha o fok döven kanadalılara buradan ağır küfürlerimi iletmeyi borç bilirim) ).
c) Sıla Hasreti:
Şimdi bu madde, ismine bakıldığında müziklerini Kıraç'ın yaptığı bir atv dizisini andırsa da aslında mühim bir konu. Belki de en çok can yakanı.
Ankara'ya karşı duyduğum bir özlem anlaşılmasın bu maddeden. Ankara'daki canısı arkadaş grubumu topla bir şehirler arası nakliye firmasının kamyonuna, Banker Bilo filmindeki gibi az da gezdire gezdire getir İstanbul'a bir daha gıkım çıkarsa namerdim. Burada büyük bir kulübün bıyıklı, 80'ler model forvetiyim belki, belki kadrodayım, oynama şansı da buluyorum ama takımla uyumum henüz gerçekleşmedi. Onlar 5'e 2 dar alanda pas çalışması yapadursun ben takımdan ayrı düz koşular yapmayı yeğliyorum.
"-İlaçlandı onlar, yemeyin laaan!" derlerdi bize. Küçüktük.. |
Sarışından da sarıdan da tiksinirim zaten oldum olası.
"Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür..." <-- Buraya kadar sorunum yok.
"...Ve bir orman gibi kardeşçesine." <-- İşte tam da bu eksik yanım. Ama hep'lere varmak için önce hiç'i göze almalıyız değil mi?
Edit: Yazının şarkısı da Yasemin Mori - Mutsuz Punk olur o zaman.
Edit 2: Hiçbir yazının başlığı bir yazıya bu kadar uymamıştı. Araştırırsan ...