16.10.2013

A CLAAG - FİNAL

             Çay kaç dakikada biter diye geçiriyordum içimden. Fincansa değişir, ajdaysa değişir tabi. Umarım fincan söyler,çünkü ajda bardak bitene dek iki sigara içilebildiğini hatırlıyorum. İki sigara yedişer dakikadan on dört dakika eder. Derdimi dememe yetip yetmeyeceğini kestiremiyordum. Sonunda, kafamın içinde dönen hesaba bir son verip konuşma süremi netleştirmek için oturacağımız yere girmeden önce son kez konuştum:
           
             - Bir bardak mı içeceğiz çayı sadece?
             - Evet.
             - Fincanla mı getiriyor buradakiler, ajdayla mı?
             - İkisi de var. Ama fincan çabuk soğuyor diye sevmiyorum ben.
             - Bak ne kadar çok ortak özelliğimiz var da haberimiz yok. Ben de sevmem aynı sebepten ötürü. Ama fincanı bitirmesi daha uzun sürer sanırım.
             - Bitiyor iki türlü de.
           
             Bu işin bir kursu, bir halk eğitim programı falan varsa Çimen kesin ona gidiyordu. Nasıl da moralini bozuyordu insanın. 'Bitmez' de. 'Semaver söyleyelim' de. 'Çay biter ama yarın yenisi olur, o yenisinden içeriz.' de. De bir şeyler ki boynum, vazo kırmış çocuğun annesinin karşısında dururkenki hali gibi bükülmesin.

             Yere bakarak ilerliyordum. Gözümün önünde mavi ayakkabıları. Kırmızı olmamalarına rağmen güzeller. Kirlenmesin diye, basacağı kaldırım taşlarına gözümle önceden basıyordum. Birinin altında bir çamur birikintisi, bir su deryası fark etseydim de ayakkabılarını kirlenmekten kurtararak kahramanı olabilseydim. Hem kaldırım taşlarının her birinin altı tertemizdi, hem de Çimen, sanki havada yürüyormuş gibi yumuşacık basıyordu ayaklarını yere. Ben bu gibi düşüncelere dalmışken bir anda Çimen'in ayaklarını kaybettim. Panik içinde kafamı önce sola sonra çevirdim. Denk gelemedim kırmızı paltosuna. Hemen sağa çevirdiğimde ise bin şükür gördüm O'nu. Çay bahçesine gelmiştik ve Çimen kapıdan girmek üzereydi. Topallamasını engelleyemediğim sol bacağıma rağmen bir gayret hızlanarak yetiştim kapıdan girişine. Kapı metaldi. Gecenin ayazını yemiş olduğu için Çimen'in elini üşütürdü. O, kapının koluna erişemeden açtım kapıyı. Önce O, ardından ben içeri geçtik.

              Daha önce geldiği, hatta sanırım sık sık geldiği bir yer olsa gerek ki çalışanlar kapının girişinde O'nu görür görmez samimi bir gülümsemeyle selamlayıp, biraz sonra oturacağımız masanın yolunu açtılar. Bu da, Çimen'in hep bu masada oturduğu kanaatine sahip olmama neden oldu. Çimen 'İki çay!..' diye bağırdı. '...Ajda bardak!'. Son cümlesini söylerken ilk defa bana bakarak güldü. 'Fincan çay vermeyin kimseye! Sonra dudaklarını değdirip değdirip çekiyorlar. Bir çayla tüm gün mekanda takılıyorlar.' diye bağırdım ben de. Son cümlemi söylerken ilk defa O'na bakarak güldüm. Kendi gülümsemesinin sonunu henüz getirmemiş, dudaklarının iki ucu hala yukarıya doğru kavis yapıyordu. Gülümsemesi gülümsememle çakıştı. İşte bu da ilk gülüşmemiz oldu.



             - Sen mi başlamak istersin?
             - Evet. Özür dileyerek. Aslında filmlerde oluyor böyle karşısına çıkıvermeler. Siz, kızlar da hoşlanıyorsunuz sonra ve filmin baş rolünü oynayan, bu aniden esas kızın karşısına çıkıveren esas oğlanı öve öve bitiremiyorsunuz. Kah sanal ortamlarda, kah kendi sohbetlerinizde... O filmlerdeki adamın yakışıklılığının sağladığı bi tölerans puanı var tabi. Bende o yok. Ama bilemiyorum. Bir şey olacaksa böyle olmalı dedim. Big Fish'teki gibi. Sen de heyecanlan, ben de heyecanlanayım.
             - Vedat..
             - Ben, seninle ilgili ne hissediyor, ne istiyorsam, ne düşünüyorsam söylemeye geldim. Söyleyeceklerimin hepsini hemen her gece düşündüm ve sıraya koyarak geldim. Sırayı nereye koyduğumu unuttum ama şimdi karşında. Doğaçlıyorum.
           
             O sırada çaylarımız geldi. Geri sayım başlamadan önce bi giriş yapma fırsatı bulduğum için içten içe seviniyordum.

             - Sıcaktır, bekletelim biraz. Sonra başlarız içmeye.
             - Üfleriz belki, soğur.
             - Bir sonraki çay içişimizde üfleriz. Şimdi zaman kısıtlı, yanık dillerle dudaklarla konuşmayalım diye demiştim.
             - Vedat!..

             Kocaman gözlerinin yüzüne vuran ışıktan küçülmüş göz bebekleri büyümüştü. Sinirli ses tonuyla adımı anarak başladığı cümlenin devamını getirmeden önce etrafına hızlıca bakındı. Bir kez yutkundu.        
   
             - ... Yakın zamanda ikinci bir çay içişimiz olmayacak.
             - ...
             - Olmayacak çünkü benim sevgilim var. Yakın zamanda olmayacak dediğim için istihap haddine dek umutla doldurma kendini lütfen. Mutluyum ben. Belki hiç olmayacak. Bu ağzından çıkanlar olmasaydı bardaklar dolusu çay içerdik. Ama beni seven bir adam zaten var. Seni, bu içindeki ben sevgisiyle nasıl karşıma alabilirim, nasıl konuşmaya devam edebilirim senle. Sen de duramazsın yanımda zaten. Hem Fırat...
             - Harun!
             - Ne Harun'u?
             - Sevdiğim ama yolumun kesişmediği ya da ayrıldığım kadınlar Müjgan. O kadınlara benden sonra veya şimdi olduğu gibi benden önce gidip beraber olan her adam da Harun.
             - Müjgan mı oldum şimdi ben de o zaman?
             - Şimdi değil. Benden uzaktaydın zaten. Müjgan'dın yani. On beş dakika evvel Çimen oldun. Şimdi göz göre göre Müjgan oluyorsun yine. Sırf ben daha erken gelemedim diye. Ve hayatıma bir Harun daha ekleniyor.
             - Müjgan'la benim yaptıklarımı bir tutmak oluyor ama bu. Yok mu başka bir isim başka bir filmden?
             - Yo değil öyle. Ne yaparsa yapsın seviliyor ya Müjgan. Ona binaen benim isimlendirmem. Harun'u sorma ama. Bilmiyorum..
           
             İkinci gülüşmemiz gerçekleşti o anda. Ve muhtemelen sonuncu gülüşmemiz olacaktı bu, zira sohbet pek hoş yönlere ilerlemiyordu.

             - Çay bitmez oldu bak şimdi de.
             - Müjgan deme bana
             - Demem, söz. Takılma artık.
             - Takılmıyorum. Ama Harun'u bırakıp şimdi senle çıksam bu çay bahçesinden Müjgan olurum asıl. Harun'un Müjgan'ı. Yapamam.
             - Harun.. Seviyor mu seni çok Harun?
             - Öyle söylüyor.
             - Söylenen şey geçersizdir.
             - Sana göre..
             - Ben sana hiçbir sevgi sözcüğü, aşklı meşkli cümle, süslü laf etmedim. Ben buraya sana ne hissediyorsam söylemeye geldim, söyledim. Sen gördün zaten yüzümden en süslü lafı da, en facebook'ta akrabaların paylaştığı aşklı meşkli özlü sözü de. Yol boyunca beni susturuşun da bu yüzdendi. Yüzüme bakıp ağzımdan çıkanın gerçekliğini gözlerinle görmek istedin.
             - ...
             - İçecek misin çayını?
             - Hani fincan istiyordun? Ne şimdi bu acelen?
             - Şu anda aklın bu masayla, benle meşgul. Bir an önce çıkayım istedim. Harun'a hissedeceğin herhangi bir şeyi benim yüzümden hissedemiyorsun.
             - Her an bir şey hissetmek zorunda mı sevgililer?
             - Bilmiyorum. Öylesi güzel geliyor.


             Bardağın yarısını dolduran çayı bir dikişte içtim ve ayağa kalktım. Deri ceketimin iç cebine attım elimi. Yapmış olduğum rulo, bir gündür çıkmadan orada beklediği için düzelmesi zaman alacaktı. Rulo haline gelmiş kitabımı çıkardım iç cebimden. Masanın üzerine bıraktım. 'SEN GÜL DİYE YAZDIM'.

             Gülümsedi yine. Tutamadım ayna gibi yansıttım gülüşünü. Gülümsedim ben de. Yanılmışım. Son gülüşmemiz ben O'na sırtımı dönüp çay bahçesinden çıkmadan önce gerçekleşti böylece. Harun'lar arasına yeni bir Harun ekledim.
           
              O'na söylemedim ama Müjgan'lar arasına da yeni bir Müjgan ekledim.

           Edit: Bu mini macera gayet mutsuz sonla bitti. Yine de cast akarken çalan şarkı, soundtrack biraz olsun içinizi açacak. Gorillaz - Feel Good Inc.


             

9.10.2013

Şükran


Hepinize teşekkür etmek için giriyorum bu gönderiyi. Herhangi bir edebi değeri yok. Diğer yazılarında var mı ulan diyenler olur, ben olsun diye uğraşıyorum, var diye de düşünüyorum. Hikaye anlatma, güldürme, ağlatma gibi derdim de yok bu yazıda. Sadece teşekkür ediyorum yazıları okuyan, yorumlar yapan, yeni yazı var mı diye belli aralıklarla adres çubuğuna sitenin adını işleyen herkese.

Siteye ne var ne yok diye uğrayan sayısı ha bugün ha yarın kırk bini (40.000) bulacak. Uzun yazılar yazılan, yazarı ünlü olmayan, popüler olaylardan uzaktaki konularla haşır neşir, herhangi bir yerde tanıtımı yapılmayan, yalnızca Müjgan Müjgan diye inleyen yazılar içeren; yaşamayı Müjgan gibi bir şey bellemiş, ölmeyi Müjgan yok demek varsayan bir blog için oldukça önemli bu eriştiğim ziyaretçi sayısı.

En özel teşekkürüm de hanımlara. Zira burada ne yazdıysam tamamını onların sayesinde, onlara yazdım. Kimini sırf O gülsün diye yazdım, kimini sırf O gülmedi diye.. Kimini ise sırf O başkasına gülüyor diye yazdım.. Onlara yazdıklarımdan da onlarcası nasiplendi, gül içinde kaldı gül cemaller. 

Altı sene önce başlayan heves, maymun iştahı virajını yoldan çıkmadan başarıyla aldı ve bugün 190 yazıyla kocaman bir arşiv haline geldi. Önce sayelerinde, sonra sayenizde. 

Hepinize sonsuz teşekkür ederim..

Edit: Soundtrack, geçen yazıda söz verdiğim üzere Of Montreal'den: Gallery Piece


6.10.2013

A CLAAG-2

             Kırmızı ayakkabılarıma baktım. Fakat sanki o gün başıma geleceği önceden tahmin edip uzak durdum kırmızı ayakkabılarımdan. Gök mavilerini seçtim. Aslında ara tonların önemi yoktu. Gözleri sadece ana ve ara renkleri, diğer bir sınıflandımayla soğuk ve sıcak renkleri seçebiliyordu. Benim için turkuaz-gök mavisi arası renkteki babetlerimi giydim. Onun için salt mavi..



             Dışarı çıktığımda ortalığın sanki dün hiç fırtına kopmamış gibi olduğunu gördüm. Güneş gözlüklerimi gözlerime indirdim. Benim türbanım da bu. Gözlerimden etkileniliyor. Güneşe rağmen rüzgar insanın içini ürpertiyordu. Arkadaşlarım gelene dek yukarı çıkıp kırmızı redingotumu aldım ve geri dönüp kaldığım yerden beklemeye devam ettim. Önce Fırat geldi. Daha dün görüşmüş olmamıza rağmen ağzımdan 'Özlemişim.' itirafı döküldü. Güldü, sarıldı. Konuşmadan, sadece bakışarak kızları beklemeye başladık. Hemen arkasından aynı evde kalan Tuğçe ile Elif bize katıldı. En süslüleri İpek doğal olarak en geç geleni oldu. Beşlimiz tamamlanır tamamlanmaz yola koyulduk. Her zaman yumuşak adımlar atmayı sevmişimdir. Ama o sabah fazladan dikkatli davranarak daha yumuşak adımlar atmaya çalışıyordum. Zira her kaldırım taşının altı 'Üzerimize basılsa da dizlerine kadar kirletsek' şeklinde bilenmiş su-çamur ikilisiyle doluydu. Şehir merkezine henüz girdiğimiz sırada Fırat'ın kahkahasıyla kafamı kaldırdım. Yol boyu karşıdan gelenden ziyade, ayağımın altına alacağım kaldırım taşına odaklandığım için tüm gülünecek malzemeyi kaçırmıştım. Sırasıyla Tuğçe, Elif ve İpek'e soran gözlerle baktım. Ama onlar da Fırat da gülmekten konuşacak durumda değillerdi. Sonra Tuğçe kafasıyla yerde yüz üstü yatmakta olan bir adamı işaret etti. Beyaz gömlek ve siyah kravatının üzerine yanık kahve renginde bir deri ceket giymiş, kumaş pantolonunun altında da bordo spor ayakkabıları olan adam yerden doğrulmaya çalışırken yardım etmek isteyenlerin ellerini görmezden geliyordu. Bacaklarında bir sıkıntısı vardı ki ayağa kalkarken özellikle sağ dizinden kuvvet alarak zorlukla doğrulmayı seçti. Düştüğüne değil de üstünün başının kirlenmesine üzülüyor gibi bir hali vardı. Ayağa kalkar kalkmaz kafasını iki yana sallayarak üzgün ve panik dolu bir tavırla kıyafetlerini, cebinden çıkardığı temiz bir peçeteyle silmeye çalıştı. Sonra ellerini ve yüzünü de ikinci bir peçeteyle sildi. Yüzüne ilk defa, yüzünü sildiği sırada bakmak aklıma geldi. Tanıdık biriyi sanki. Tanıyor muydum?

             Tanıyordum. Vedat'tı bu.

             Tahmin ettiğim gibi sol bacağı aksıyordu ve o halde bana doğru hızlıca yürümeye çalışıyordu. Neden geldiğini ve ne olacağını aklımdan geçirmeye çalışıyordum ki kolumun sıkıldığını hissettim. Bakışlarım önce koluma; oradan kolumda duran ele, o elden yola çıkarak da bilek, dirsek, omuz, boyun, çene ve göz yolunu izleyerek İpek'in gözlerine dek gitti. İpek, gözlerini kocaman açmış 'Ne oldu?' diye soruyordu. 'Gidin siz, eski bir tanıdığım o adam benim. Beni görmeye gelmiş sanırım.' dedim. Haklı olarak 'Fırat?' diye sordu. 'Eski sevgilim, eski nişanlım, eski bir şeyim değil. Eski bir arkadaşım bile değil, tanıyorum hepsi o. Gidin hadi.' diyerek sırtından hafifçe ittirdim İpek'i. İpek, Elif ve Tuğçe'ye göz kırptıktan sonra Fırat'ın koluna girerek yanımdan uzaklaştı. Elif ve Tuğçe de onu takip ettiler. Bu sırada Vedat da git gide yaklaşmıştı. Kendimi toplayabilme maksatlı geldiği istikamete sırtımı dönüp derin bir nefes aldım. Üç saniye içinde ne düşünülüp ne planlanabilirse Vedat'la konuşacağım sırada ne söyleyebileceğimi düşünüp planlamaya çalıştım. Bu üç saniyenin sonunda elimde koca bir hiç dururken daha önce hiç duyamadığım sesi kulaklarıma çalındı. Dilini ve dudaklarını oynatarak çıkarmış olduğu ses adımı andırıyordu. Adımı daha önce hiç bu kadar güzel bir sesten dinlememiştim. Ona doğru döndüm. 'Naber?' şeklinde seslenmekten de seslenilmesinden de nefret ederim, ama o an için ağzımdan neredeyse bir 'Naber?' çıkıyordu. Naber'i bilinçli bir şekilde yuttum, Vedat deyişim ise kontrolüm dışındaydı.

              Sessiz geçen o birkaç saniye içerisinde O, gücünü toplamaya çalıştı. Sonunda burnuyla oynamayı bırakıp söze girdi:

           - Ayakkabılarım için kusuruma bakma. Bacağım acıyor diğer türlü, bunları giymek zorundayım ne giyersem giyeyim. Üstüm de çamur, üstümün de kusuruna bakma. Bacağım yine müsebbibi. Taşıyamadı heyecanımı soldakisi, yürümek için ne yapılması gerektiğini unuttu. Heyecanlandım, yanlış birşey demem umarım. Dersem de kusuruma bakma. Bitmedi görmezden gelmeni istediğim kusurlar. Bu sondu ama. Seni gördüm ya kalbim hızlandı. İnanmazsın onu da na  şuncacık bez yönetiyor. O bez salgılar üretiyor. Üretsin, vazifesi oysa üretsin tabi ama sırf seni gördüm diye o bez niye kendinden geçercesine, bu denli hızlı çalışıyor ki. Millet gönlüne hoş geleni henüz üç yaşındaki kardeşinden kıskanır ben böbreklerimin üzerinde adrenalin salgılayan bezlerden kıskanıyorum. Sinirleniyorum da, karışmasa keşke işime. Ben istiyorum ki zaman yavaşlasın, yılda bir kırpayım gözümü de kaçırmayayım bir anını gül cemalinin. Ama o, heyecandan elimi ayağımı bir ediyor. Tabiri caizse kendi sahamdaki maçta deplasman havası yaşatıyor bana kendi taraftarım. Anla nasıl zor, cümle kurması düşüncelerini belli belirsiz duyabiliyorken. Ben geldim, seni görmeye geldim. İnsanların ölmeden önce görülmesi gereken yerleri, görülmesi gereken şeyleri listeleyip bastığı onlarca kitabın olduğu ve bu kitapların dediği şeylere riayet eden milyonlarca insanın olduğu şu döneme inat görmek istediğim bir sen vardın. Gördüm çok şükür. Yine de 'Ölsem de gözüm açık gitmem' diyemiyorum. Giderim illaki. Çünkü benim konuşmam lazım sana. Biliyorum dışarı çıkmışsın. Dışarı çıkan insanın işi olur. Gel hayat memat meselesi değilse şu işin, benimle otur bugün, konuşalım. Çok konuştum, sana söz bırakmamacasına konuştum. İki kelime dışında ses tellerini titretişini duyamadım. Sen titret ben hayran hayran odaklanayım çekicime örsüme üzengime. Ben planladım da geldim kafamda binlerce şey, bir senin benle konuşmayacağını planlamadım. Şu anda istesen meydan dayağı attırırsın bana ama ben hissettim senin de dinlemek istediğini. Umarım çalışmadığım yerden vermezsin cevabını. Ben müspet muhabbete çalıştım durdum. 


Ama patlıcan bu
              Ilk defa birisi beni böbrek üstü bezlerinden kıskanıyor, ilk defa biri benim için bunca dil döküyordu. Geldiği yol, çektiği çile de gözümde canlanınca elimle beni bekleyen arkadaşlarıma gitmelerini işaret ettim. Fırat, ileri atılır gibi oldu, fakat Elif koluna girerek benim o mesafeden anlayamayacağım bir şeyler söyledi. Fırat güldü, hepsi gülmeye başladılar. Sonunda da ikna olup gittiler. Ben de Vedat'ın önüne düşerek en azından bir çay boyu oturabileceğimiz yere doğru onu sürüklemeye başladım. 'Gidebiliriz' deyip arkamı döndüm ve yürümeye başladım. Bacağının aksadığını tamamen aklımdan çıkarmışım, bana yetişme konusunda sıkıntı çektiğini fark edince ona hissettirmemeye çalışarak hızımı azalttım. Kısa süre içinde yetişti bana. Bacağının acısının suratına yansıyışını az da olsa seçebiliyordum. O ise hiç acı çekmiyormuş gibi yanımda daha dik, daha mağrur yürümeye çalışıyordu. Bakışları sürekli yerde. Karşıya bakmaya gerek görmüyor, yakındaki ayağının dibindeki alanla yetiniyordu. Yüzüme bakmıyor, eskaza kafasını yüzüme çevirdiği kısacık anlarda hemen eli burnuna gidiveriyordu. Elini nutuk atan siyasetçi eli gibi tutup işaret parmağıyla burnunun üst tarafını tutuyor, baş parmağıyla burnunun altına pıt pıt vuruyordu. Yan yana yürümeyi becerdiğimiz andan itibaren o, yol boyunca ilk karışlaşmanın soğukluğunu yaşatmamak için konuşmaya çalıştı. Ben de ona eşlik etmeye çalıştım dilim döndüğünce. Fakat bu şekilde hem yürüyüp hem konuşurken yüzünü göremiyordum. İlk konuştuğumuz yerde ağzından çıkan şeylerle yüzündeki ifade muhteşemlik derecesinde uyumluydu. Sırf o yüzündeki gerçek endişeye, içtenliğe, hayranlığa duyduğum hayranlığa karşılık, belki de hiç konuşmamamız gereken bir Ajda bardak boyu çay süresince konuşmaya karar vermiştim. Ama yolda geçen konuşmalarımız sırasında yüzünü, ifadelerini göremiyordum. Bu yüzden kısa, geçiştirmelik cevaplar verip duruyordum. 

                      -         Kızdın mı bana?

-         Ne için?
-         Geldiğim için. Sen gel demeden. Habersiz. Pis gibi, sapık gibi..
-         Bilmiyorum.
-         Ben de bilmiyorum.
-         Sen neyi bilmiyorsun?
-         Nasıl gelebildiğimi..
-         …
-         …

                     Nasıl gelebilmişti cidden? Bu kadar mı bağlıyordum hayata onu? Yoksa bana bağlanacak kadar mı kopuktu hayattan? İçim ısındı neden bilmem, bir gülümseme oturacak oldu ki dudaklarımın ucuna, zor tuttum onu. 'Fırat' dedim içimden. 


-         Aç mısın? Üstün de çamur zaten hep.
-         Yok değilim sanırım. Hissetmiyorum. Çamur da, ayağım takıldı dün. Düştüm çocuk gibi. Ondan oldu. Sonra vakit mi olmadı ne olduysa temizlenemedim de.
-         Az önce düştün. Hafızanı da mı kaybettin.
-         Gördün mü?
-         Arkadaşlarımla beraberdik. Senin düştüğünü görünce ‘Adama bak düz yolda düştü’ diye bana gösterdiler. Orada seni gördüm, tanıdım. Bana geldiğini anladım. Onların gitmelerine izin verip seni bekledim ben de, konuşabil diye. Konuşamayacağını düşündüm kalabalık içinde.
-         Buraya kadar geldiysem onu da yapardım aslında. Demek o yüzden onca vakit kaybetmeme rağmen seni gördüğüm saatçinin önünden ayrılmamıştın.
-         O yüzden… Acıyor galiba canın, aksıyorsun?
-         Yok acımıyor. Bacağım biraz sıkıntılı, arada aksıyor
-         İyi madem.
-         Belki de ben normal yürüyorumdur. Metin Üstündağ’ın dediği gibi “Ben yürüdükçe dünya biraz aksıyor.”dur belki..
-         ...


                      Konuşmak istemesem de beni konuşturuyordu bir şekilde. Bense her kelimesinin suratına yansıyışını merak ediyordum. Sırf söyleyecekleri o çay bahçesine saklı kalsın diye hiç kullanmak istemesem de "Iyi madem" kalıbını kullandım. Son bir çırpındı ve ardından o da sessizliğe gömüldü. "İyi madem" ! Bunu kafama yazdım. Sevmediğin birini demoralize etmek için harikulade bir kalıp. Ya da yoksa sadece Vedat gibi naif, sırılsıklam aşık adamlar üzerinde mi etkili olan bir kalıptı bu? Denemek lazımdı. Üzerinde kullanabileceğim insanlarla beraber kafama bu kalıbı not ettim.

Edit: Bir tur da çay bahçesi üzerine olacak. Bu bölümün soundtrackleri José González'den Teardrop cover'ı. Of Montreal de paylaşacaktım ama bir sonrakine olsun o. 
Şimdiden dinleyen dinlesin 'Gallery Piece'i. Çay bahçesi yazısı zor olacak. Olumlu yahut Olumsuz bitmesi
 hakkında fikirlerinizi paylaşırsanız sevinirim. 


1.10.2013

A CLAAG

                   Hayır yapılmamış bir şeylerin kalmış olması gerekir tabi. Ama Vedat bulamıyordu. Filmlerde, kitaplarda veyahut ne bileyim dizilerde tüketmişler her yolu. Ferhat, Şirin için dağı boşuna delmiş vakti zamanında diye düşündü. O zamanlar çok daha basit ama yapılmamış şeyler de bulabilirmiş oysa. Ferhat Tarık Akan numarası yapsa, gidip yağlı boyayla yere ‘SENİ SEVİYORUM’ yazıp bir gece boyu yazının başında beklese; Vedat da şimdi, günümüzde Uludağ'ın orta yerine tırnaklarıyla fırt fırt kazıya kazıya delik açıp yeni, orijinal bir şekilde yar gönlüne gidiş yapabilirdi pekala. Ferhat’a ayrı, Şirin’e ayrı küfretti düşündükçe.

                   Geceydi. ‘Yağmur koymuyor da, rüzgarı oldukça sertmiş buraların.’ diye geçirdi içinden. Üşümüştü. Ellerini pardesüsünün ceplerine sokup yumruk haline getirdi. Sigara yakmadan birini beklemeyi beceremeyeceğini sanardı. Üşümemek için ellerini cebinden hiç çıkarmadı o gece. Sigara içmeden bekledi sokaktan geçmesini. Sokak hayvanları bile yoktu ortalıkta. Sadece ayazı romantizme çevirmeye çalışan birkaç çift geçti sokaktan. Onların haricinde iki tane yüz hatları oldukça kemikli, sırf bakışlarıyla dost düşman ayırt etmeyen korku veren adam, bir tane balici, bir tane çöp karıştırıcı, bir tane de selpak satmaya çalışan sokak çocuğu geçti. Sokak çocuğu Vedat’la konuşmaya yeltendi, ağzından çıkacak herhangi bir cümlenin zor topladığı cesaretini kaybettireceğinden korktuğu için muhatap olmadı. İngilizce bir şeyler söyleyip turist olduğuna ikna olmasını ve gitmesini sağladı. Sokakta uğursuzluktan başka bir şeyin olmadığı bu saatte O'nu beklemek o an için aptalca geliyor, fakat oradan ayrıldığı takdirde O'nun binde bir dahi olsa sokaktan geçme ihtimali onu sokağa mıhlıyordu. 
                     

                   O gün yaklaşık akşam 5ten sabah 10a kadar uyumadan bekledi O'nu. Beklemenin bitiş saatini kesinkes bilebiliyordu. Çünkü O'nu sokaktaki saatçinin vitrini önünden geçerken gördü o sabah ilk defa. Bütün saatler özenle 10'u gösteriyordu. Ne bir dakika eksik, ne bir dakika fazla. Koşarak yanına mı gitmeli, yoksa ruh hastası gibi gittiği yolu adım adım geriden mi takip etmeli doğru olan. Bilmiyordu. Nasıl ve neye dayanarak karar verdi bilinmez, koşarak yanına gitmeye karar verdi. Kafasında kurmuş olduğu onlarca hikaye, düzenlediği onlarca plan bir köşede duradursun; bazen başınıza gelen şeylerle değişmek zorunda kalıyor planlarınız, hikayeleriniz. Vedat'ın aklına gelir miydi çamur içinde O'nun karşısına çıkmak? Diz ağrısı yüzünden takım elbisesinin altına spor ayakkabı giydiği için bile efkarlanıyor, sinirinden tüyleri ürperiyordu. Şimdi o takım elbisesi de, spor ayakkabıları da çamur içindeydi. Gece boyu dikilmekten yorulmuş olan bacaklarından soldakisi, omurilik soğanının vermiş olduğu komuta uymadı ve yerde sürüklenerek düşmesine sebep oldu. Soğuk, ıslak gecenin şahidi çamurlu kaldırımlara uzandı yüzükoyun. Cebindeki temiz mendillerden bir tanesini alıp sadece elini ve yüzünü çamurdan arındırdı. Sağ bacağından kuvvet alarak ayağa kalktı ve sol bacağını da elinden geldiğince kontrol etmeye çalışarak O'na doğru hızlı hızlı yürümeye başladı. 

                   Ya zaman geçmemişti ya da kendine saat alma gibi bir planı vardı. Zira onca düşme, yerden kalkıp temizlenme, aksaya aksaya yanına gitme nedeniyle kaybettiği zamana rağmen O, hala saatçinin vitrini önündeydi. Gecenin soğuğunun burnunda bırakmış olabileceği muhtemel sümük izlerini, elindeki çamurlu peçetenin temiz tarafıyla bertaraf etti O’na birkaç adım kalkmışken. Eli yine burnunun ucuna gittiğine göre o anda heyecanlı ve utangaçtı. Bu iki şart altındayken hep aynı şey olurdu: Göz teması kuramaz, sağ elini nutuk atan Demirel eli şekline getirir, minik aralıklarla burnunun ucuna dokunurdu Sesini toplamak için yalandan bir-iki kez öksürdü ve nihayet yanına ulaştı. 


                  Adını söyledi. Dönüp baktı. Vedat, O'nun fotoğraflarına saatlerce, günlerce baktığı için yüzünü ona dönene kadar geçecek zamanda yüzüne dair göreceği her açıdaki her bir detayı an be an, piksel piksel biliyordu. O'nunsa Vedat’ı tanımak için biraz uğraşması gerekecekti. Yine de beklediği kadar fazla uğraşmadı. 'Vedat' dedi, 'Merhaba' diye de ekledi. İçi sıkıldı Vedat’ın. Neden sapığa bakar gibi, acır gibi, iğrenir gibi bakmıştı ki şimdi? Üstü başı çamur içinde, bir koca gece sokak bekçiliği yapmış, haber dahi vermeden bambaşka bir ilden kalkıp gelmiş bir adama normal gözle baksın istemek de nasıl bir bencillik? Ne yapacaktı, boynuna mı atlayacaktı sanki. Ama yok; moral, bozulmaya yer aramayagörsün hele. Olması gerekeni değil, gönlünden geçeni olsun istiyor her şartta, her durumda. Vedat da zeytinyağı misali üste çıkıp kendi ahval ve şeraitine bakmadan yadırgadı Çimen’i. Evet adı Çimen’di ve bu isim Vedat’a göre yerküre üstünde sahip olunabilecek en güzel isimdi. Vedat, Çimen’in haberi olsun olmasın ufak da olsa gönül koydu. Bir iki dakika içinde geri almak üzere…

                  - Ayakkabılarım için kusuruma bakma. Bacağım acıyor diğer türlü, bunları giymek zorundayım ne giyersem giyeyim. Üstüm de çamur, üstümün de kusuruna bakma. Bacağım yine müsebbibi. Taşıyamadı heyecanımı soldakisi, yürümek için ne yapılması gerektiğini unuttu. Heyecanlandım, yanlış birşey demem umarım. Dersem de kusuruma bakma. Bitmedi görmezden gelmeni istediğim kusurlar. Bu sondu ama. Seni gördüm ya kalbim hızlandı. İnanmazsın onu da na şuncacık bez yönetiyor. O bez salgılar üretiyor. Üretsin, vazifesi oysa üretsin tabi ama sırf seni gördüm diye o bez niye kendinden geçercesine, bu denli hızlı çalışıyor ki. Millet gönlüne hoş geleni henüz üç yaşındaki kardeşinden kıskanır ben böbreklerimin üzerinde adrenalin salgılayan bezlerden kıskanıyorum. Sinirleniyorum da, karışmasa keşke işime. Ben istiyorum ki zaman yavaşlasın, yılda bir kırpayım gözümü de kaçırmayayım bir anını gül cemalinin. Ama o, heyecandan elimi ayağımı bir ediyor. Tabiri caizse kendi sahamdaki maçta deplasman havası yaşatıyor bana kendi taraftarım. Anla nasıl zor, cümle kurması düşüncelerini belli belirsiz duyabiliyorken. Ben geldim, seni görmeye geldim. İnsanların ölmeden önce görülmesi gereken yerleri, görülmesi gereken şeyleri listeleyip bastığı onlarca kitabın olduğu ve bu kitapların dediği şeylere riayet eden milyonlarca insanın olduğu şu döneme inat görmek istediğim bir sen vardın. Gördüm çok şükür. Yine de 'Ölsem de gözüm açık gitmem' diyemiyorum. Giderim illaki. Çünkü benim konuşmam lazım sana. Biliyorum dışarı çıkmışsın. Dışarı çıkan insanın işi olur. Gel hayat memat meselesi değilse şu işin, benimle otur bugün, konuşalım. Çok konuştum, sana söz bırakmamacasına konuştum. İki kelime dışında ses tellerini titretişini duyamadım. Sen titret ben hayran hayran odaklanayım çekicime örsüme üzengime. Ben planladım da geldim kafamda binlerce şey, bir senin benle konuşmayacağını planlamadım. Şu anda istesen meydan dayağı attırırsın bana ama ben hissettim senin de dinlemek istediğini. Umarım çalışmadığım yerden vermezsin cevabını. Ben müspet muhabbete çalıştım durdum.


                 Çimen, elini kaldırdı ve Vedat’ın sol omzunun üzerinden birisine gidin dercesine bir işaret yaptı. Buluştuğu, adını andığı andan beri ilk defa bakışlarını Çimen’in bakışlarından çekip sol omzunun üzerinden geriye çevirdi. Kendilerine doğru bakan grubu gördü. Üç kız, bir de erkek vardı. Erkek gelip yüzyılın dayağını atmadığına göre Çimen’in sevgilisi değildi. O’nun bir el hareketiyle geri döndüler ve aralarında kahkahalar atarak uzaklaşmaya başladılar. Çimen ‘Gidebiliriz’ dedi. Vedat arkadaşlarının yanında küçük düşürmediğini umduğunu ama düşürdüyse özür dilediğini söyledi.

                 Gidebiliriz şeklinde sese dönüşen kabul belirteci ile şehrin yerlisi sayılabilecek olan Çimen arkasını dönüp kafasında belirlemiş olduğu yere doğru bir yürüyüş başlattı. Vedat, hemen arkasından burnunu yaklaştırdı ve bir saniye öncesinde O’nun durduğu yerdeki havayı bütünüyle içine çekti. Vedat parfüm kullanırdı ama buna rağmen parfümden anlıyor denilemezdi kendisi için. İçine çekmiş olduğu havanın burnundan çekmiş olduğu kısmı gözlerini yaşarttı. Jean Baptiste Grenouille’in bilmeden elinden kaçırdığı koku uğruna döktüğü o hayranlık gözyaşlarının benzerleri göz pınarlarını zorluyordu. Yaklaşık beş dakika önce yanlışlıkla düştüğüne benzer bir şekilde ama bu sefer bilinci yerinde olarak dizlerinin üzerine kapaklanmak üzereydi ki gözlerini açtı ve düşmekten kurtuldu.

                 Konuşkan biri olmamasına rağmen yapmış olduğu uzun ve essiz girizgah için kendiyle gurur duydu. Sessizlikten keyif almasına rağmen şimdi yürüyüş esnasında yaşadıkları sessizlikten kurtulmak için açtı ağzını, yummadı gözünü –bir kez daha düşmemek için:
-         Kızdın mı bana?
-         Ne için?
-         Geldiğim için. Sen gel demeden. Habersiz. Pis gibi, sapık gibi..
-         Bilmiyorum.
-         Ben de bilmiyorum.
-         Sen neyi bilmiyorsun?
-         Nasıl gelebildiğimi..
-        
-        


               Çimen, giymiş olduğu kırmızı kabanı sayesinde yoldan geçmekte olanların ilgilerini, yanındaki berduşa uğramasına fırsat vermeden kendi üzerine çekiyordu. Vedat biraz sıkıldı bu duruma. Futbol takımı söz konusu olduğunda milyonlarca insan onun takımını tutsun, en güzel takım olduğuna inansın isteyen erkekler, iş kadına gelince sevdikleri kadının güzelliğini bir kendileri bilsin, bir kendileri fark etsin isteyebiliyor. Düpedüz kıskançlık ve tutarsızlık. Vedat, Çimen'i son gördüğünde Çimen hafiften boynu önde, biraz kamburca yürüyordu. Şimdi değişmişti. Ya artık güzelliğinin farkına varmıştı ya da hep farkında olduğu güzelliğini ona unutturacak, onu aşağılık hissettirecek kimseden kurtulmuştu. Konuşmanın ‘Sapık vaaaaar!’la bitmemesi ve şu anda hala devam etmesinin verdiği mutlulukla karışık gurur sayesinde aksayan bacağına inat o da dimdik yürümeye başladı. Nicedir yapmacık halini dahi zor yaptığı şey de o an Vedat farkında olmadan gerçekleşmekteydi: Vedat minicik de olsa gülümsüyordu.
-         Aç mısın? Üstün de çamur zaten hep.
-         Yok değilim sanırım. Hissetmiyorum. Çamur da, ayağım takıldı dün. Düştüm çocuk gibi. Ondan oldu. Sonra vakit mi olmadı ne olduysa temizlenemedim de.
-         Az önce düştün. Hafızanı da mı kaybettin.
-         Gördün mü?
-         Arkadaşlarımla beraberdik. Senin düştüğünü görünce ‘Adama bak düz yolda düştü’ diye bana gösterdiler. Orada seni gördüm, tanıdım. Bana geldiğini anladım. Onların gitmelerine izin verip seni bekledim ben de, konuşabil diye. Konuşamayacağını düşündüm kalabalık içinde.
-         Buraya kadar geldiysem onu da yapardım aslında. Demek o yüzden onca vakit kaybetmeme rağmen seni gördüğüm saatçinin önünden ayrılmamıştın.
-         O yüzden… Acıyor galiba canın, aksıyorsun?
-         Yok acımıyor. Bacağım biraz sıkıntılı, arada aksıyor
-         İyi madem.
-         Belki de ben normal yürüyorumdur. Metin Üstündağ’ın dediği gibi “Ben yürüdükçe dünya biraz aksıyor.”dur belki..
-         ...
                 
                ‘İyi madem’ ! Bunu kafasına yazmıştı. Çok güzel demoralize edici bir cümle diyerek üzerinde kullanmayı düşündüğü insanlarla beraber kafasının bir köşesine not etti.

               …


                Edit: Soundtrack Nirvana ve Florence and The Machine'den. Devam etmesi lazım gelen ve değişik versiyonları da olacak bir yazı.. (Beğeniye, tepkinize bağlı..)