Orhan'ın düğününün üzerinden henüz 5 ay geçmişti. Kış vakti gelmiş çatmış; Orhan, henüz eski arkadaşları olan bizlerin giremediği 'Dünyaevi'ne çoktan alışmıştı. Eskiye kıyasladığımızda artık nadiren gerçekleşen buluşmalarımızda Orhan'ın ayak ucuna, yerdeki kilimin üzerine tünüyor; adeta bir Alp Dede'yi, adeta bir Fethullah Gülen'i dinliyormuşçasına Orhan'ın Dünyaevi tasvirlerini, hikayelerini dinliyorduk. 'Akraba gezdik' diyordu, "Vay!" diye ünlemliyorduk. 'Double date'e gittik evlilerle' diyordu, "Hele hele" diyorduk. 'Altın da iyi arttı bu ara, takılanlar birdi bir buçuk oldu.' diyordu, "Maşallah" diyorduk. Orhan mutlu ve dahi mesuttu. Orhan hoşsa biz de hoştuk, gerisi mühim değil.
Günlerden bir gün ki kendisi yılın ilk ayının ortalarına denk gelmekle beraber İstanbul o günün gecesinde tarihin en soğuk havalarından birine ev sahipliği yapmıştır. İşte o gün, sabahın kör vaktinde telefonum çaldı. Daha sonradan öğrendiğime göre o saatte arka arkaya telefon çalımları yaşanmış, o uygunsuz saatte aranan bir ben değilmişim. Herkesi arayan isim de aynıymış: Orhan.
Telefonu binbir güçlükle buldum yatağın içinde. Benim sesim ne kadar uykuluysa, Orhan'ın sesi de bir o kadar heyecanlıydı. Bir sürü şey söyledi 3-4 dakikalık konuşma boyunca. Ben, huyum olduğu üzere dediklerinin hepsini unuttum ve uyumaya devam ettim. Neyse ki bir süre sonra kapı çalındı. Kapıyı açmak için yataktan kalkmanız gerekiyor ve o yorgan üzerinizden kalktığı anda kombisi kapanmış evin dondurucu soğuğunu yiyorsunuz, ki bu da uyanmanıza sebep oluyor. Uyandım ister istemez. Gelen Tuncay'dı.
'Hazırlanmadın mı sen daha?' diye sitemselce söylendi. Hazırım dedim. Git giyin çabuk 37 saatimiz kaldı dedi. İçeri gelmesini rica ettim. Afyonumun patlaması için de bir sigara yaktım. Yatağın ayak ucuna oturup saati sordum. Dört dedi. Ey em diye de ekleme yaptı. 'Senin Boğaziçi'li ağzını siksinler.' dedim. Küfürleşme ileri boyuta taşındı ve uykum açıldı. Tuncay, benim gibi değildi. Uykusundan telefon sesiyle uyandığında yaptığı konuşmaları hatırlayabilen bir arkadaşımdı. Orhan'ın eşinin iki günlüğüne iş seyahatine çıktığını ve Orhan'ın bu iki günlük süre zarfı içinde bize ihtiyacı olduğunu anlattı. Bu nedenle iki günlük sürenin her saatini hatta her dakikasını Orhan'ımıza hakkıyla, neşe ve huşu içinde, yer yer çıldırtarak yaşatmamız gerektiğini belirtti.
'Uykum var.' dedikten sonra sigaramı küllüğe iyice bastırarak söndürdüm ve izmaritin sönük ucuyla küllerin hepsini bir yere topladım. 'İstersen kalabilirsin. Giymen için bir şeyler verebilirim.' dedim. 'Gelmiyor musun? Orhan'ı yalnız mı bırakacaksın?' dedi. 'Hep yalnızız.' dedim.
Edit: Soundtrack iki farklı şarkının birleşimi gibi duran Teenage Riot. Girişi ayrı, bitişi ayrı güzel..
'Sen evlenmiyor musun?' diye sordum. Oğlan tarafına gümüşten tepsi içinde kahve tutması gereken parmaklarıyla Americano'sunun bulunduğu porselen fincana sarıldı. 'Senin gibisi çıkmadı ki karşıma.' dedi bakışlarını kahve fincanının içine daldırarak.
Beni de o terketmişti oysa. Hatırlatayım mı diye düşündüm. Olan olmuştu. Daha fazla eşelemeye gerek yok diyerek vazgeçtim bu düşüncemden. Bugüne dek kimseden ayrılmadığım için beni terk ettiğinden emindim. Ben, ayrılmak istediğim zaman önce karşımdakini kendimden soğutur, esas Demirbey'i bir köşeye saklar ve bambaşka biriymiş gibi davranır böylece karşı tarafın beni terk etmesini sağlardım. Ama o ciddi ciddi benden ayrılmıştı. Hiç beklemediğim bu ayrılık karşısında, Soner Arıca kliplerine göz kırpan performanslarla hüzünlenmiş, isyan etmiş sonra durulmuştum.
'Sen?' dedi. Ben, cümle tüm öğeleriyle kurulmadığı zaman anlayamayabilen düz bir adam olduğumdan sesimi çıkarmadım. Fakat öznenin ardından diğer öğeler gelmeyince 'Evet?' diye sorumsal bir ses tonuyla devam etmesini istedim. Sanırım o da cümlenin sadece kullanılan öğelerine dikkat ediyordu. Benim evlenmek üzere olduğumu çıkardı cevabımdan. 'Vay be sen bile evleniyorsun. Desene Demirbey'i de kaptırdık. Bir ben kaldım evlenmeyen.' diyip içini çekti. 'Bile' vurgusuna takılmamak için ojesine, yüzüklerine kaydırmaya çalıştım dikkatimi. Neden evlenmeye bu denli hevesli olduğunu sordum. Çocuk istiyormuş garibim. Dedim bende sperm gani. Dökeyim bir tas istersen. Güldü. Güldüm. Gülüşmüş olduk. Ağır Roman dedim. Sonra da sessizce kahvelerimizden birer yudum aldık. Yemekle içmekle çıkmayan ruju vardı anlaşılan. Bense her yudum sonrasında peçeteyle bıyıklarımı temizlemek zorundaydım. Bakışlarını camdan bana çevirdiğinde hala ona bakıyordum. 'Ne var?' dedi gülerek.
'Yapayım mı sana çocuk?' diye tekrarladım. Saçmalamamamı söyledi. 'Saç malanmaz taranır.' diyip ehehe mehehe diye gebeş gebeş güldüm. Seks olasılığı kanı beynimden başka yerlere götürünce okuduğum kitaplar, izlediğim filmler, dinlediğim müziklerle altyapısını hazırladığım kültür dolu şakalar yerini ilkokul ikiye giden çocuk kafasından çıkan şakalara bırakıyor.
Evlilik
O günden sonra yanımda hoşlandığım bir kız varken asla gereğinden fazla konuşmadım.
Evlilik?
Yapmadım. Yapacağımı da sanmıyorum. Star Wars Türk yapımı bir film olsa Skywalker yerine kullanılabilecek derece karizmatik olan soyadım diğer aile fertleri tarafından devam ettirilirse de yapmam.
Bitiremediğim pizzanın kalan dilimlerini içine koyduğum poşet elimde kapıyı tıklattım. Açan Alpay Erdem'di. Ben daha merhaba bile dememiştim ki o,
'Amatör günlerimiz Salı akşamı. Güle güle.' dedi ve ben birşey diyemeden kapıyı kapadı.
Benden 13 yaş büyük olan kuzenim sayesinde henüz 8 yaşında başlamıştım mizah dergilerini okumaya. O kapı suratıma kapatıldığında ise 17 yaşındaydım. O gün; dokuz yıldır çizimlerini, yazılarını okuduğum adamları görmek, onlarla tanışmak için çalmıştım o kapıyı. Kapının sadece on-on beş saniye açık kalması bu nedenle büyük bir yıkım olmuştu. O kapıdan amatör çizer olarak giriliyorsa, ben de amatör çizer olarak girecektim. Ve sonrasında çizer olup, bir daha çıkmamacasına içeride kalacaktım.. En azından o dönemde bi anlık hırsla kendime koyduğum hedef o olmuştu.
Kalem tutmaya dair yeteneğim olsa, yazım düzgün olurdu. Ben, daha harfleri zar zor kağıt üzerine işlerken kalktım o kalemle insan, hayvan, obje çizmeye yeltendim. "Zorla bir şeyler değiştirilebilir mi?" sorusunun cevabı karikatürle ilgilendiğim dönemle baz alınarak cevaplanırsa: 'Evet.'. Şimdi bile ara ara çekmeceden çıkarıp bakıyorum schoeller kağıda yaptığım çizimlere. Gün sırasına göre eskiden yeniye incelediğim zaman görüyorum nasıl başladığımı, ne aşamaya geldiğimi. Mağara duvarına çizilen şeyler tadında başlayıp, Salih Memecan'ın ekmek yediği seviyeyi geçmişim. İktidar yanlısı bir tutumu da o çizgime eklesem şimdi bir yerlerde maaşımı hak ettiğimden fazla bir tutar halinde alıp gül gibi geçiniyor olurdum. Neyseki beynim henüz kontrolüm dışında değil.
Ve sonra bir gün, Metin Üstündağ'ın karşısındaydım. Ankara'dan kalkıp İstanbul'a iş göstermeye gitmiştim. İlk gidişim de değildi tabi. Hemen hemen her iki haftada bir piyasadaki mizah dergilerini kolaçan edip işlerim hakkında yorum almaya, yorumlar çerçevesinde kendimi geliştirmeye çalışıyordum. O gün de diğerlerinden farklı değildi. Her zamanki gibi o kalabalık içinde bekledim, bekledim.. Çizgisi gerçekten kötü olmasına rağmen bunu görmek istemeyenler, çizgisi harikulade olmasına rağmen mizahtan nasibini almamış olanlar ve bir de ne çizgisi ne esprisi yeterli olanlar.. Sıra bana geldiğinde elimdeki poşette bu sefer pizza dilimleri yerine işlerim vardı. O günkü amatör günü inceleyicisi MetÜst, işlerimi incelemeye başladı. Hatırlıyorum, tam yedi tek çizim, bir de vinyetle süslediğim yazı götürmüştüm göstermek için. Çizimlerden birini inceleyip bir diğerine geçmesi arasındaki süre beni gerecek kadar azdı. Vinyetli yazımı ise en sona koymuştum. Çizimlerle işi bitip de yazıya geçtikten sonra işler değişti. Yazıya ayırdığı süre oldukça tatmin ediciydi. Yazıyı atlamadan, es geçmeden okudu ve bitirdi. Kafasını yazıdan kaldırıp 'Önceki işlerine kıyaslayacak olursam.. Çizimin gelişiyor, evet. Ama yavaş bir şekilde... Kızmaca alınmaca yok, bence bileğin hiç bir zaman anlatmak istediğini anlatmana yetecek kadar iyi olmayacak.' dedi. Sinirden, dudaklarımı ısırmaya başlamıştım. 'Farkında mısın peki?' diye devam etti. Farkındaydım. Kaç tane fikiri, espriyi çöpe atmıştım bir kağıda oturtmayı beceremediğim için. Biliyordum. Ona da söyledim: 'Farkındayım abi.' (P.S. : Farkında falan değildim o gençlik ateşi yüzünden. Çizimlerin videosunu çekip youtube'a bile koymuşum. Baya övünüyormuşum aslında elimden çıkanlarla. Sadece çıkamayanların farkındaymışım.)
'Yaz o zaman.' dedi. Ve yazdığım şeyle alakalı fikirlerini söyledi. Dudaklarımı dişlerimin arasından bırakmıştım artık. Henüz bıyık bırakmadığım dönemlerdi. Yamuk yumuk gülümsüyordum sevinçten. Ve bu gülümsememi örtebilecek bir bıyığım da yoktu.
İşte ben, o gün bu gündür yazıyorum.
Hiçbir zaman için düzenli, haftada bir kısa öykü yazabilen bir adam olamadım. MetÜst'le görüşmemizden sonra dergiye hiç yazı götürmedim. İnsanların yazılarını paylaştıkları adresi, blogspot'u buldum. Kendime ait sayfamı açtım. Yedinci yılı geride bıraktım. Hala gerçek mi değil mi benim bile karıştırdığım, anlayamadığım şeyleri hikayeleştirip yazıyorum. Başlarda 20 yaşın verdiği heyecan ve agresiflikle, o yaşlarda aklımın fikrimin tek odağı olan seks temalı hikayeler yazarken şimdilerde yedi yılın birikimi Müjgan'lar ve kaybeden adamlar hakkında yazıyorum. İç bunaltmadan.. Her defasında da ekliyorum: Ama arkadaşlar iyidir.
İç bunaltacak bir şey yok çünkü. Ömrün bitişi mağlubiyete denk geliyor ve biz de elimizden geldiğince iyi oynayarak yenilmeye çalışıyoruz. Bir ömür hakkımız varken yediğimiz gollere üzülerek vakit kaybetmeye de gerek yok.
Bu yazıyı, 7 yıllık sürecin çetelesi olan 199 adet yazının başlangıcının nasıl olduğunun hikayesini anlatma amacıyla yazdım. Ve 200. yazı olarak çeteledeki yerine koydum. Buradaki 199 yazıdan herhangi birinin, herhangi bir cümlesine minicik de olsa tebessüm etmiş biri varsa, onun gülme kaslarından öpüyorum.
Yazmam için elime malzeme veren tüm Müjganlara, tüm arkadaşlarıma, tüm Harunlara ve başımdan gelip geçen yahut aklımdan gelip geçen herşeye ve herkese teşekkür ederim.
Edit: Güzel şarkının unofficial klibi. Görüntüler The Red Baloon filminden. Klip, kitabımın kapağının da fikir babasıdır aynı zamanda.