Fernandes'in ayağının içine bakıyorum. Sağ tarafa doğru. Sonra sola çeviriyorum kafamı. Skorbord artık işlevsiz. Zira dakikalar doksanı çoktan göstermiş. Dakika olmuş 90 artı küsür. Esselamü aleyküm ve rahmetullah diyip omuzlarımdaki iki meleği selamlar gibi hareketlerim ve gözlerim tekrardan, Fernandes'in ayağını görebileceği açıyı yakalayana dek sağa dönüyor. 2-1 geride Beşiktaş. Kaybetmek umrumda değil. Kaybetmekten korksam Beşiktaş'ı tutmazdım. Ama hak edenin kazanamadığı hikayeleri sevmiyorum. Hak eden kazanmasa da kaybetmesin istiyorum. "Hadi be Ferdi." diyorum elimdeki avucumdaki tüm umudu ses tellerime yüklüyor, iki dudağımın arasından bi gayret haykırıyorum. Tam o sırada sahaya giriliyor. Bir kişi değil bu boyu yiyen de. Beşiktaşlı da değil hem. Son şansını kullanmayacak mı Beşiktaşım? Kullanamayacak mı?
"O koşturan ayaklarınızı siksinler" diyorum, cümlenin öznesi olmaya bile tenezzül etmeden. O
Son düdük yok ortada, fakat oturuyorum 90 dakika boyu götümün yüzünü göstermediğim koltuğa. Ağladım ağlayacağım. Olmuyor işte. Bir şeyi hak ettiğini düşününce, elde edememek mideye kayalar tıkıyor. O şeyi, hak etmeyenin kazanması bir yana, o hak ettiğini düşündüğün şeyi almaya dair son kurşununu atmana da müsaade edilmeyince...
Sikerler..
Iyi değilim.
Her şey filmlerdeki gibi olmuyor.
Yine de:
25.07.2014
16.07.2014
We Are Buddha Airlines, We Are Pavyonly Yours (PODV-Point of Demirbey's View)
Girizgah yapmama gerek bırakmamış Buddha. Buddha kim mi? Hani şişman, Sedat Peker misali gülerek oturan abimiz dediğim anda 'Haaa o muymuş?' diyen neler kaybetmiş haberi yok. Haberi olmayan buraya: Bu Buddha Başka Buddha
Bu yazıya girizgah yapmama gerek bırakmayan ve al da at dercesine poşeti elime tutuşturan Buddha'nın yazısını okumadan buna başlamayın, zira temelsiz inşaat olmaz: WE ARE BUDDHA AIRLINES, WE ARE PAVYONLY YOURS
Kıbrıs'a ne için gitmiştim? İstesem de telefonumun çekmeyeceği, vizesiyle kağıt işleriyle uğraşmayacağım, en kolayından bilet bulabileceğim yer olduğu için gitmiştim. İlk gidişimdi bu ve her çömez turist gibi bilmediğin bir yerin toprağına adım attığım anda taksici tarafından tokatlanmıştım. Çakalım, sinsiyim, itim diye geçinirim güya. Bismillah diyemeden aptal düşürülmeme çok sinirlenmiştim. Gerçi çok şeye ve çok çabuk sinirlenin bir yapım var. Önceki iş yerimde bir iş günü izin verilmiş ve şeker testi yaptırmam bile istenmişti (Şekerim yokmuş, ama önüme gelene ana bacı sövebilmemi, sağa sola mouse-klavye fırlatmamı meşru kılabilmek için doktorla pazarlık yapıp kapı gibi şeker hastası raporu almış, üst yönetime sunmuştum.)
'Otelde beraber 4 günümü geçireceğim ahaliyi yakından tanımama gerek var mı?' hakkında fikir sahibi olmak için lobide ve havuz başında ufak bir turla giriş yaptım tatilime. Gerek olmadığına karar verir vermez de terk ettim o Beyaz Melek tadındaki oteli. Evet, dışarısı gereğince günah yuvasıydı, şer yuvasıydı. İtlik serserilik barındırıyordu. Yani benim istediğim her türlü imkan otelin dışında hazır ve nazırdı. Fakat yaşım olmuş bilmem kaç, ilk gün ne yalan söyleyeyim halim yoktu. Keşif gezisi dışında herhangi bir atraksiyona yeltenmeye üşendim.
Ve ikinci gün...
Deniz-Havuz?
Yanmaktan nefret ettiğim için bu aksiyonlar fazla cazip değildi. Allah aşkına tatil benim neyimeydi. Bikinili birkaç güzel hanımellaya delici bakışlar fırlattım sadece, hepsi o. Etkilenmedim gerçi. İnsan tatillik yerde bikiniden bacaktan etkilenmiyor garip bir şekilde. Kafamda şapka, yüzümü ve omuzlarımı tümüyle örtecek şekilde havluya sarılmış bir halde odamın yolunu tuttum ve blog'a kozmetikle alakalı bir şeyler karaladım. Gün geceye dönende ufak bir keşif gezisi daha ve hepsi o kadar.
Üçüncü gün...
Kumarhane?
İndik evvelallah. Ama memur çocuğu olduğum için risk hiç de bana göre bir şey olmadığı için kazananla sevindim, kaybedenle kahroldum ve yaklaşık yarım saat sonunda terk ettim kumarhaneyi. Yalan olmasın, bul karayı al parayı ya da çubuğa halka fırlatma gibi ucunda bir paket sigara hediyesi olan türlü oyunlar olsa o kumarhanede kendimi kaybedebilirdim. Ama kağıda, fırıldak gibi dönen topa güvenemem ey canlar...
Telefonla, bu topraklarda benden daha tecrübeli olan Buddha'yı arayıp çevre hakkında ve yapmadan dönmemem gereken şeyler hakkında biraz bilgi aldım. Birkaç müze söyledi, bir iki tarihi kale söyledi. Hı hı bunları söyledi. Yersen!?!
Telefon görüşmemizin bitiminde Buddha'nın önerisi ve ısrarı üzerine tarif ettiği bölge olan Lefkoşe'ye gitmek için bir taksi çevirdim. Fakat o da nesi. Taksici git gel 150 liralık bir meblağı cüzdanımdan çıkarıp kendisine sunmamı istiyordu. Babayarrooo diyerek hemmen araba kiralama opsiyonuna yöneldim. Fazla uzun sürmedi bir araba bulmam, hem de sol direksiyonlu. Otele dönmeden direkt olarak mekana doğru yola çıktım. Ama program başlangıcı 9:30 olmasına rağmen bu hızda gidersem tezcanlı gibi mekanın açılış öncesi paspasını atmaya gitmiş gibi olacaktım. Ha o mekanın ekibiyle paspas da atardım, sıva da atardım, mala da vururdum. Benim için bir şerefti, hiç dert değildi. Ama biraz ağırbaşlı gözükeyim istedim ve yol üzerinde durulabilecek, biraz vakit geçirebileceğim bir mekan arayışına başladım. Buldum da. Fakat bu vakit geçirgeci mekana yanaşma hamlem sırasında alışmamışlıktan kaynaklanan, trafik akışına ters hareketlerin içine girmem, biraz korna, biraz küfür, biraz kızıl biraz mavi azarlar işitmem sonucu fazlasıyla mahçup bir şekilde arabayı yanaştırabildim kaldırıma.
Kıbrıs Türkçesini anlamakta güçlük çektiğim için kasiyerin yanına gidip İngilizce yemeyi içmeyi düşündüğüm şeyi tarif ettim ve tavsiyeleri doğrultusunda vermiş olduğum siparişi tepsime koyup boş bir masa bulmak için dışarı çıktım. Otoyola bakan bir masaya çöküp oturdum. Kuru götümün sandalyeye değmesiyle yan masadan birinin bana seslendiğini işittim: 'Zor değil mi burada kullanmak?'
"Sorry? I can't (kant diye telaffuz!!) understand you.' dedim anlamamışa yatarak, İngilizim ben oyunumu bozmamaya çalışarak. Fakat hayvan terliydi, anlamıştı. 'Türksün ama hadiiii' dedi. 'Lütfen...' dedim '...Kilisliyim. Anne tarafı ise muhacır. Alışmaya çalışıyorum trafiğine de havasına da suyuna da' dedim. Birini bekleyip beklemediğimi sordu. 'Gelmeni bekliyorum, yalnızsın galiba sen de, gel beraber oturalım.' diye adeta bir centilmen gibi masama davet ettim onu. Napacak, geldi oturdu. Neden bu kadar kolay olmuştu?
İş bu kısım part I. Bu tanışmadan, Buddha ile geçiril
en gecenin sonuna kadar olan kısım ise yarın Part II'de.
Şimdilik öperun!
Bu da soundtrack:
Bu yazıya girizgah yapmama gerek bırakmayan ve al da at dercesine poşeti elime tutuşturan Buddha'nın yazısını okumadan buna başlamayın, zira temelsiz inşaat olmaz: WE ARE BUDDHA AIRLINES, WE ARE PAVYONLY YOURS
Kıbrıs'a ne için gitmiştim? İstesem de telefonumun çekmeyeceği, vizesiyle kağıt işleriyle uğraşmayacağım, en kolayından bilet bulabileceğim yer olduğu için gitmiştim. İlk gidişimdi bu ve her çömez turist gibi bilmediğin bir yerin toprağına adım attığım anda taksici tarafından tokatlanmıştım. Çakalım, sinsiyim, itim diye geçinirim güya. Bismillah diyemeden aptal düşürülmeme çok sinirlenmiştim. Gerçi çok şeye ve çok çabuk sinirlenin bir yapım var. Önceki iş yerimde bir iş günü izin verilmiş ve şeker testi yaptırmam bile istenmişti (Şekerim yokmuş, ama önüme gelene ana bacı sövebilmemi, sağa sola mouse-klavye fırlatmamı meşru kılabilmek için doktorla pazarlık yapıp kapı gibi şeker hastası raporu almış, üst yönetime sunmuştum.)
Watda Yaşlılık!! |
'Otelde beraber 4 günümü geçireceğim ahaliyi yakından tanımama gerek var mı?' hakkında fikir sahibi olmak için lobide ve havuz başında ufak bir turla giriş yaptım tatilime. Gerek olmadığına karar verir vermez de terk ettim o Beyaz Melek tadındaki oteli. Evet, dışarısı gereğince günah yuvasıydı, şer yuvasıydı. İtlik serserilik barındırıyordu. Yani benim istediğim her türlü imkan otelin dışında hazır ve nazırdı. Fakat yaşım olmuş bilmem kaç, ilk gün ne yalan söyleyeyim halim yoktu. Keşif gezisi dışında herhangi bir atraksiyona yeltenmeye üşendim.
Ve ikinci gün...
Deniz-Havuz?
Yanmaktan nefret ettiğim için bu aksiyonlar fazla cazip değildi. Allah aşkına tatil benim neyimeydi. Bikinili birkaç güzel hanımellaya delici bakışlar fırlattım sadece, hepsi o. Etkilenmedim gerçi. İnsan tatillik yerde bikiniden bacaktan etkilenmiyor garip bir şekilde. Kafamda şapka, yüzümü ve omuzlarımı tümüyle örtecek şekilde havluya sarılmış bir halde odamın yolunu tuttum ve blog'a kozmetikle alakalı bir şeyler karaladım. Gün geceye dönende ufak bir keşif gezisi daha ve hepsi o kadar.
Üçüncü gün...
Kumarhane?
İndik evvelallah. Ama memur çocuğu olduğum için risk hiç de bana göre bir şey olmadığı için kazananla sevindim, kaybedenle kahroldum ve yaklaşık yarım saat sonunda terk ettim kumarhaneyi. Yalan olmasın, bul karayı al parayı ya da çubuğa halka fırlatma gibi ucunda bir paket sigara hediyesi olan türlü oyunlar olsa o kumarhanede kendimi kaybedebilirdim. Ama kağıda, fırıldak gibi dönen topa güvenemem ey canlar...
Telefonla, bu topraklarda benden daha tecrübeli olan Buddha'yı arayıp çevre hakkında ve yapmadan dönmemem gereken şeyler hakkında biraz bilgi aldım. Birkaç müze söyledi, bir iki tarihi kale söyledi. Hı hı bunları söyledi. Yersen!?!
Telefon görüşmemizin bitiminde Buddha'nın önerisi ve ısrarı üzerine tarif ettiği bölge olan Lefkoşe'ye gitmek için bir taksi çevirdim. Fakat o da nesi. Taksici git gel 150 liralık bir meblağı cüzdanımdan çıkarıp kendisine sunmamı istiyordu. Babayarrooo diyerek hemmen araba kiralama opsiyonuna yöneldim. Fazla uzun sürmedi bir araba bulmam, hem de sol direksiyonlu. Otele dönmeden direkt olarak mekana doğru yola çıktım. Ama program başlangıcı 9:30 olmasına rağmen bu hızda gidersem tezcanlı gibi mekanın açılış öncesi paspasını atmaya gitmiş gibi olacaktım. Ha o mekanın ekibiyle paspas da atardım, sıva da atardım, mala da vururdum. Benim için bir şerefti, hiç dert değildi. Ama biraz ağırbaşlı gözükeyim istedim ve yol üzerinde durulabilecek, biraz vakit geçirebileceğim bir mekan arayışına başladım. Buldum da. Fakat bu vakit geçirgeci mekana yanaşma hamlem sırasında alışmamışlıktan kaynaklanan, trafik akışına ters hareketlerin içine girmem, biraz korna, biraz küfür, biraz kızıl biraz mavi azarlar işitmem sonucu fazlasıyla mahçup bir şekilde arabayı yanaştırabildim kaldırıma.
Kıbrıs Türkçesini anlamakta güçlük çektiğim için kasiyerin yanına gidip İngilizce yemeyi içmeyi düşündüğüm şeyi tarif ettim ve tavsiyeleri doğrultusunda vermiş olduğum siparişi tepsime koyup boş bir masa bulmak için dışarı çıktım. Otoyola bakan bir masaya çöküp oturdum. Kuru götümün sandalyeye değmesiyle yan masadan birinin bana seslendiğini işittim: 'Zor değil mi burada kullanmak?'
"Sorry? I can't (kant diye telaffuz!!) understand you.' dedim anlamamışa yatarak, İngilizim ben oyunumu bozmamaya çalışarak. Fakat hayvan terliydi, anlamıştı. 'Türksün ama hadiiii' dedi. 'Lütfen...' dedim '...Kilisliyim. Anne tarafı ise muhacır. Alışmaya çalışıyorum trafiğine de havasına da suyuna da' dedim. Birini bekleyip beklemediğimi sordu. 'Gelmeni bekliyorum, yalnızsın galiba sen de, gel beraber oturalım.' diye adeta bir centilmen gibi masama davet ettim onu. Napacak, geldi oturdu. Neden bu kadar kolay olmuştu?
İş bu kısım part I. Bu tanışmadan, Buddha ile geçiril
Şimdilik öperun!
Bu da soundtrack:
6.07.2014
Koz Metik
Merhabalar, size çok güzel bir tavsiye yazısı hazırladım. Lafı hiiiç uzatmayacağım. Buyursunlar:
Kokuyor musunuz? Doğar doğmaz ebeveynleriniz sizi tuzlamadılarsa kokarsınız. Sırf bu ebeveyn ihmali yüzünden bir sektör doğmuş. Doğum yılı Yakın Çağ ve doğum yeri olarak Avrupa bilinse de bence kokuya karşı önlem milattan öncelere dek giden bir evveliyata sahip. Evveliyatını seveyim diyip size kendi kokularımı paylaşayım: A ve B parfümleri. Gündelik hayat için soldaki, hanımellaları etkilemek için sağdaki.
Dişleriniz çürüyor mu? Ağız kokusundan muzdarip misiniz? Çözüm çok kolay:
DİŞ FIRÇASI VE DİŞ MACUNU
Hem de size en yakın marketten hemen temin edebilirsiniz.
Naneli sakızla günü kurtarmaya çalışan tatlı su kurnazlarına selam olsun. Ağız kokusu dediğin şey mi tek derdin. Ya bırak koksun ağzın. O diş çürümelerini ne yapacaksın? Hiç mi korkutmuyor seni o dişçi koltuğu? Ki şurada paylaştığım üç ürünün bile diş çürümelerine yetmediği oluyor. Diş ipini de bulamadım zaten (Ben de az kullanıyorum). Şahsım adına konuşayım, taharet taşı gibi sapları dişleri olan insanlarla samimi olmamakla beraber, genelde üst köpek dişinden iki sonraki diş kaybını gördüğüm insana da bir türlü ısınamam. Sahi en çok çekilen diş sanırım o diş, mantıklı açıklamasını dişçi arkadaşıma sorayım yazıyı bitirdikten sonra.
Salt bıyık hiçbir zaman için yeterli değildir. Bıyıklar, tıpkı kafamızda çıkan ve saç adını verdiğimiz kıllar gibi bakım isteyen, hassas ağız örteçlerimizdir. Badem yağı kullanarak bıyıklarımızın parlaklığını sağlayabilir, gürleşmesine katkıda bulunabiliriz. Bir sabah, bir de gece yatmadan önce kullanmak yeterli olacaktır.
Edit: Üç sene sonra ilk defa tatile çıktım ve şu an denize girmeyi sevmeyen huyum-suyumla deniz kenarından gönderiyorum bu postu. Kullandığım application'da video ekleme olayını beceremediğim için şarkı paylaşamıyorum. Bu seferlik de siz sevgili okurlarım, yorumlarınızın hemen altına birer şarkı gönderseniz ya. Dinlerim ben de burada. Aşağıdaki gibi kırmızı stormtrooper'a bağlamak için yorumlarınızı bekliyorum. Öperim..
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)