28.08.2014

Köpekle Göz Göze Geldik ve Forbes Diye Havladı

32 sayfalık bir gazeteydi elindeki. Sağ ve sol elindeki gazete sayfalarının kalınlığını oranlayıp akıl yürüterek yedinci-sekizinci sayfa civarlarına göz gezdirdiğini ön görebiliyordum. Başka birini o sayfalarda görsem ilgimi çekmeyebilirdi, fakat 'Ulan bunun ne işi olur ekonomiyle kukonomiyle?' diye düşündüm ve işkillendim. Sonra kütüğünün Kayseri olduğu aklıma geldi de normal karşıladım bu halini. Demek ki Kayserililere de genetik olarak yallah denip verilmiyor o para yönetim yeteneği. Onlar da Forbes okuyorlar, gazeteden günlük kurları takip ediyorlar, "Sigara şu yılda şu kadardı ama bak şimdi şu kadara alıyoruz yuh be yuh" diye zamlar hakkında fikir yürütüyorlardı.

Yine de dayanamayıp laf attım: 'Beşiktaş sayfasını başlara mı almışlar balım?'
"Yok la, o nerden çıktı?" dedi kafasını gazetenin içinden çıkarmadan. 'Ne bileyim. Sen, gazetede Beşiktaş'ın her hafta bir sonraki hafta netleşeceği söylenen transferleri dışında ne okursun? Magazin desen en arka sayfa, bir ihtimal ikinci sayfada da göt-meme görebilirsin. Fakat şu anda yaklaşık 7 veya 8. sayfadasın. Son sayfalardaki Beşiktaş'ın değil, En arka sayfa veya 2. sayfadaki götün-memenin değil neyin peşindesin anlam veremedim.' dedim.
"7. sayfadayım balım..." dedi ve gazeteyi gözlerinin önünden indirdi. "...Altın piyasasının önümüzdeki yıl için nasıl bir gidişat sergileyeceğine dair ekonomistlerin öngörülerini okuyorum." dedi. 'Allah'ın adını verdim bak ver şu amına kodumunun NZT 48'ini. Nereden çözdün sen ya hayırdır?' diye sevinç-telaş karışımı hallerde eline ayağına kapandım Emin'in. 15 yıllık arkadaşımın ağzından o güne dek ekonomi sözcüğünü duymamışken, ekonomi hakkındaki yegane sınıflandırmamız 'Aaa az paraymış -Ooo çok paraymış' iken şimdi ekonomistlerin yazılarını okuyor olması aklıma başka bir ihtimal getirmedi.


'Ulan istemez olaydım o yirmi lira borcu, faiziyle mi geri alacaksın vicdansız?' dedim. "Lan sen ne saçmalıyorsun. Seneye hangi dönemde evlenmeliyim diye hesap kitap yapıyorum burada." dedi ve önündeki çalışma masasının çekmecesinden bir mavi bir dosyalık çıkartıp kucağıma doğru fırlattı. Dosyaya isim bile vermişti: "DÜĞÜN". Mavi dosyalığın içindeki dosyaların ilk sayfalarına göz gezdirdim hızlı bir şekilde. Düğün salonlarının fiyatlarının yıl içindeki değişimlerini, altının son on yıl boyunca izlediği ay ay seyri, Türk ailelerinin ellerinin yıl içinde en rahat olduğu dönemleri ve Beşiktaş'ın stat yapımında demirinden, çimentosuna hafriyat kamyonlarından, zemin yapımına kadar tüm giderlerinin yaklaşık ve tahmini değerlerini içeren dosyalar vardı. Son dosya ilgimi çekti. Biraz da beraber baktık. Emin, inşaat mühendisi olduğu için beni yeni stadın inşaatının ilerleyişi hakkında fazlasıyla aydınlattı. 'Boşuna bel bağlamışız Fikret Orman'a, Ağustos 31'de biter diyordu. İyi ki okumuşsun bak inşaat. Hala bir umut bekleyecektim sen olmasan.' dedim ve yerimden kalkıp Emin'e sarılmaya gittim. Neden sonra aklıma insanlarla dokunmalı iletişim kurmayı sevmeyişim geldi ve ayağa kalkıp elim çenemde hmm hmmm diye düşünür gibi iki volta atıp yerime oturdum.


'Evleniyorsun demek?' diye bir kez daha teyit almak için sordum.
"Evet." diye onayladı.
'Ne zaman peki?' diye detaya girdim.
"Yakında." dedi.
'Habire tek kelimeyle cevap verip durmasana lan!' dedim.
"Amına koyiiim." dedi.


Edit: Bir şarkı, bir de düğün videosu koyalım:




10.08.2014

Bırak Gideyim

Üstü başı değildi de neden bilmem.
Kolay 'Tamam' diyen bir yapım olduğunu bildiğim için konuşmam ben kolay kolay, da duramadım kafamı salladım 'Tamam' dercesine.
Neydi o başımı aşağı yukarı sallatan?

Konuşuyorduk. Son olarak teknolojiyi övdüğümü, çok geçmeden-hemen beş dakika sonrasında da kendimle çelişip teknolojiyi itin götüne sokup çıkarmaya başladığımı hatırlıyorum. O da adeta bir karaktersiz, adeta bir kişiliksiz gibi övgüme övgüyle, yergime yergiyle katılıyordu. Moralim yerine gelsin diye sevdiğim yemekleri, eşyaları, yazarları, Beşiktaş'ı ve en son da kendimi övdüm. Allah ne muradı varsa versin, o da övgülerime katıldı. Dili döndüğünce övgülerime eklemeler yaptı.
Muhabbet kuşu aldım soktumunun evine. Bir çok muhabbet kuşu aldım daha doğrusu. İlk kuşa Müjgan adını verdim. Müjgan, 10 gün içinde öldü. Zaten 10 günlük misafirliğinin 7 gününde şırıngayla beslemiştim onu. Hastaydı anlayacağınız. O besleme hadisesi olmasaydı iyiydi. Ailemle ve yakın dediğim arkadaş çevremle bile belli mesafelerle bağ kurabilen ben, benimsedim Müjgan'ı. Olmadı ama. Olduramadım. Beklemezdim kendimden ama öldüğünde ağladım, duramadım. Mezar kazdım sonra, gömdüm. "Seni yaşatacağım bak, söz." demiştim de tutamadım sözümü. Gücüme gitmişti.
Sonra ikinci bir kuş daha aldım elim titreye titreye. Müjgan demeye gitti dilim yine. Durdurdum kendimi. Halil koydum ben de adını. Fakat Halil de evdeki ikinci gününde Müjgan'ı öldüren hastalığın belirtilerini saçmaya başladı. Hemen aldığım yere götürdüm. Arkadaşları benden daha iyi gelir düşüncesiyle. Yalnızım işte. Duvarına, fayansına sövdüğümünün evinde yalnızım. Taktım muhabbet kuşuna. İlla biri beni kabul edecek diye taktım kafaya. Gittim üçüncü kuşu aldım. Veli koydum adını da. İsmini koyarken esinlendiğim Veli Kavlak gibi atılgan, gözü pek, atom karınca kıvamında bir kuş olur belki dedim. Hem O konuşursa iyi olur, sohbet ederiz diye de düşündüm. Veli iyi maaşallah. Bana geleli bir ay oldu. Hele bu aralar ha konuştu ha konuşacak. Ağzını açıp dilini döndürmeye çalışıyor. Çekirdek içi gibi dili var. Gagası içinde fili fili sallıyor onu. Çiçiçiçi diyince ben, sinirli bir ses tonuyla bağırıyor. Gülüyorum.

Bunca övgüm destek görünce duramadım. Tüm dünya övsün, tutsun yanıma yakıştırsın istediğim Çimen'i övesim geldi ve aslında gereksiz gibi dursa da Müjgan'a sitem edesim... Sonra beynimin Müjgan'lı olan kısmına, ucunu kızdırdığım toplu iğneyi soktum da çarçabuk attım kafamdan. Mikrop da kapmadan... Bir Çimen kaldı kimselere övemediğim, kimselere henüz övmediğim. Onca şeyi övmüştüm de onu es mi geçecektim. Paketimden bir sigara çıkarıp yaktım ve ilk fırtımı havaya üfledim. Ağzımın içine bakıyordu. Derin bir boş nefes aldıktan sonra ağzımı açtım. Açtım ama konuşamadım. Battal boy dudaklarım, birer alt ve üst gagaya; ustaca kullandığım dilim ise çekirdek içine benzer kıvamda bir yapıya dönüştü. Gagamı açtım, dilim fili fili oynadı. Döndüremedim dilimi. Diyemedim bir şey. Başarısızlıkla sonuçlanan bu konuşma girişimim sonunda da gagam ve dilim eski haline döndü. Ağzımı açıp hiçbir şey demeden kapamam onda merak uyandırmıştı. "Ne diyecektin?" diye sordu. Bir kez daha açtım ağzımı, fakat aynı engel beni konuşmaktan alıkoyuyordu. Kapadım gerisin geri. Son kez ağzımı açıp 'Yok yahu demeyecektim bir şey.' diyip yanmakta olan sigarama uzandım.

Sigaramı bitirip, izmariti küllüğe sertçe bastırırken
"... Gideriz değil mi?" dedi. Ben o sekiz dakikalık sigarayı bitirirken bir şeyler konuştuğunu fark etmiştim. Dudakları, dili oynayıp duruyordu da dinleyememiştim. Dinleyesim yoktu. Ne dediğinin benim için bir önemi yoktu.
Başımı salladım. Aşağı yukarı yine. Nereye ne bok yemeye gittiğim hakkında en ufak fikrim dahi yokken. Eve gitmek istiyordum.

Veli'yle konuşmam gereken mühim bir konu vardı.


Edit: Gönlüm el vermiyor böyle naif ve güzel bir şarkının az insan tarafından bilinmesine. Klibinde arz-ı endam eyleyen Gözde Mutluer, baktıkça hayranlıktan ağlama hissiyatı uyandıracak kadar güzel hem. Şarkı da kulak pası sildirgeci.