6.10.2013

A CLAAG-2

             Kırmızı ayakkabılarıma baktım. Fakat sanki o gün başıma geleceği önceden tahmin edip uzak durdum kırmızı ayakkabılarımdan. Gök mavilerini seçtim. Aslında ara tonların önemi yoktu. Gözleri sadece ana ve ara renkleri, diğer bir sınıflandımayla soğuk ve sıcak renkleri seçebiliyordu. Benim için turkuaz-gök mavisi arası renkteki babetlerimi giydim. Onun için salt mavi..



             Dışarı çıktığımda ortalığın sanki dün hiç fırtına kopmamış gibi olduğunu gördüm. Güneş gözlüklerimi gözlerime indirdim. Benim türbanım da bu. Gözlerimden etkileniliyor. Güneşe rağmen rüzgar insanın içini ürpertiyordu. Arkadaşlarım gelene dek yukarı çıkıp kırmızı redingotumu aldım ve geri dönüp kaldığım yerden beklemeye devam ettim. Önce Fırat geldi. Daha dün görüşmüş olmamıza rağmen ağzımdan 'Özlemişim.' itirafı döküldü. Güldü, sarıldı. Konuşmadan, sadece bakışarak kızları beklemeye başladık. Hemen arkasından aynı evde kalan Tuğçe ile Elif bize katıldı. En süslüleri İpek doğal olarak en geç geleni oldu. Beşlimiz tamamlanır tamamlanmaz yola koyulduk. Her zaman yumuşak adımlar atmayı sevmişimdir. Ama o sabah fazladan dikkatli davranarak daha yumuşak adımlar atmaya çalışıyordum. Zira her kaldırım taşının altı 'Üzerimize basılsa da dizlerine kadar kirletsek' şeklinde bilenmiş su-çamur ikilisiyle doluydu. Şehir merkezine henüz girdiğimiz sırada Fırat'ın kahkahasıyla kafamı kaldırdım. Yol boyu karşıdan gelenden ziyade, ayağımın altına alacağım kaldırım taşına odaklandığım için tüm gülünecek malzemeyi kaçırmıştım. Sırasıyla Tuğçe, Elif ve İpek'e soran gözlerle baktım. Ama onlar da Fırat da gülmekten konuşacak durumda değillerdi. Sonra Tuğçe kafasıyla yerde yüz üstü yatmakta olan bir adamı işaret etti. Beyaz gömlek ve siyah kravatının üzerine yanık kahve renginde bir deri ceket giymiş, kumaş pantolonunun altında da bordo spor ayakkabıları olan adam yerden doğrulmaya çalışırken yardım etmek isteyenlerin ellerini görmezden geliyordu. Bacaklarında bir sıkıntısı vardı ki ayağa kalkarken özellikle sağ dizinden kuvvet alarak zorlukla doğrulmayı seçti. Düştüğüne değil de üstünün başının kirlenmesine üzülüyor gibi bir hali vardı. Ayağa kalkar kalkmaz kafasını iki yana sallayarak üzgün ve panik dolu bir tavırla kıyafetlerini, cebinden çıkardığı temiz bir peçeteyle silmeye çalıştı. Sonra ellerini ve yüzünü de ikinci bir peçeteyle sildi. Yüzüne ilk defa, yüzünü sildiği sırada bakmak aklıma geldi. Tanıdık biriyi sanki. Tanıyor muydum?

             Tanıyordum. Vedat'tı bu.

             Tahmin ettiğim gibi sol bacağı aksıyordu ve o halde bana doğru hızlıca yürümeye çalışıyordu. Neden geldiğini ve ne olacağını aklımdan geçirmeye çalışıyordum ki kolumun sıkıldığını hissettim. Bakışlarım önce koluma; oradan kolumda duran ele, o elden yola çıkarak da bilek, dirsek, omuz, boyun, çene ve göz yolunu izleyerek İpek'in gözlerine dek gitti. İpek, gözlerini kocaman açmış 'Ne oldu?' diye soruyordu. 'Gidin siz, eski bir tanıdığım o adam benim. Beni görmeye gelmiş sanırım.' dedim. Haklı olarak 'Fırat?' diye sordu. 'Eski sevgilim, eski nişanlım, eski bir şeyim değil. Eski bir arkadaşım bile değil, tanıyorum hepsi o. Gidin hadi.' diyerek sırtından hafifçe ittirdim İpek'i. İpek, Elif ve Tuğçe'ye göz kırptıktan sonra Fırat'ın koluna girerek yanımdan uzaklaştı. Elif ve Tuğçe de onu takip ettiler. Bu sırada Vedat da git gide yaklaşmıştı. Kendimi toplayabilme maksatlı geldiği istikamete sırtımı dönüp derin bir nefes aldım. Üç saniye içinde ne düşünülüp ne planlanabilirse Vedat'la konuşacağım sırada ne söyleyebileceğimi düşünüp planlamaya çalıştım. Bu üç saniyenin sonunda elimde koca bir hiç dururken daha önce hiç duyamadığım sesi kulaklarıma çalındı. Dilini ve dudaklarını oynatarak çıkarmış olduğu ses adımı andırıyordu. Adımı daha önce hiç bu kadar güzel bir sesten dinlememiştim. Ona doğru döndüm. 'Naber?' şeklinde seslenmekten de seslenilmesinden de nefret ederim, ama o an için ağzımdan neredeyse bir 'Naber?' çıkıyordu. Naber'i bilinçli bir şekilde yuttum, Vedat deyişim ise kontrolüm dışındaydı.

              Sessiz geçen o birkaç saniye içerisinde O, gücünü toplamaya çalıştı. Sonunda burnuyla oynamayı bırakıp söze girdi:

           - Ayakkabılarım için kusuruma bakma. Bacağım acıyor diğer türlü, bunları giymek zorundayım ne giyersem giyeyim. Üstüm de çamur, üstümün de kusuruna bakma. Bacağım yine müsebbibi. Taşıyamadı heyecanımı soldakisi, yürümek için ne yapılması gerektiğini unuttu. Heyecanlandım, yanlış birşey demem umarım. Dersem de kusuruma bakma. Bitmedi görmezden gelmeni istediğim kusurlar. Bu sondu ama. Seni gördüm ya kalbim hızlandı. İnanmazsın onu da na  şuncacık bez yönetiyor. O bez salgılar üretiyor. Üretsin, vazifesi oysa üretsin tabi ama sırf seni gördüm diye o bez niye kendinden geçercesine, bu denli hızlı çalışıyor ki. Millet gönlüne hoş geleni henüz üç yaşındaki kardeşinden kıskanır ben böbreklerimin üzerinde adrenalin salgılayan bezlerden kıskanıyorum. Sinirleniyorum da, karışmasa keşke işime. Ben istiyorum ki zaman yavaşlasın, yılda bir kırpayım gözümü de kaçırmayayım bir anını gül cemalinin. Ama o, heyecandan elimi ayağımı bir ediyor. Tabiri caizse kendi sahamdaki maçta deplasman havası yaşatıyor bana kendi taraftarım. Anla nasıl zor, cümle kurması düşüncelerini belli belirsiz duyabiliyorken. Ben geldim, seni görmeye geldim. İnsanların ölmeden önce görülmesi gereken yerleri, görülmesi gereken şeyleri listeleyip bastığı onlarca kitabın olduğu ve bu kitapların dediği şeylere riayet eden milyonlarca insanın olduğu şu döneme inat görmek istediğim bir sen vardın. Gördüm çok şükür. Yine de 'Ölsem de gözüm açık gitmem' diyemiyorum. Giderim illaki. Çünkü benim konuşmam lazım sana. Biliyorum dışarı çıkmışsın. Dışarı çıkan insanın işi olur. Gel hayat memat meselesi değilse şu işin, benimle otur bugün, konuşalım. Çok konuştum, sana söz bırakmamacasına konuştum. İki kelime dışında ses tellerini titretişini duyamadım. Sen titret ben hayran hayran odaklanayım çekicime örsüme üzengime. Ben planladım da geldim kafamda binlerce şey, bir senin benle konuşmayacağını planlamadım. Şu anda istesen meydan dayağı attırırsın bana ama ben hissettim senin de dinlemek istediğini. Umarım çalışmadığım yerden vermezsin cevabını. Ben müspet muhabbete çalıştım durdum. 


Ama patlıcan bu
              Ilk defa birisi beni böbrek üstü bezlerinden kıskanıyor, ilk defa biri benim için bunca dil döküyordu. Geldiği yol, çektiği çile de gözümde canlanınca elimle beni bekleyen arkadaşlarıma gitmelerini işaret ettim. Fırat, ileri atılır gibi oldu, fakat Elif koluna girerek benim o mesafeden anlayamayacağım bir şeyler söyledi. Fırat güldü, hepsi gülmeye başladılar. Sonunda da ikna olup gittiler. Ben de Vedat'ın önüne düşerek en azından bir çay boyu oturabileceğimiz yere doğru onu sürüklemeye başladım. 'Gidebiliriz' deyip arkamı döndüm ve yürümeye başladım. Bacağının aksadığını tamamen aklımdan çıkarmışım, bana yetişme konusunda sıkıntı çektiğini fark edince ona hissettirmemeye çalışarak hızımı azalttım. Kısa süre içinde yetişti bana. Bacağının acısının suratına yansıyışını az da olsa seçebiliyordum. O ise hiç acı çekmiyormuş gibi yanımda daha dik, daha mağrur yürümeye çalışıyordu. Bakışları sürekli yerde. Karşıya bakmaya gerek görmüyor, yakındaki ayağının dibindeki alanla yetiniyordu. Yüzüme bakmıyor, eskaza kafasını yüzüme çevirdiği kısacık anlarda hemen eli burnuna gidiveriyordu. Elini nutuk atan siyasetçi eli gibi tutup işaret parmağıyla burnunun üst tarafını tutuyor, baş parmağıyla burnunun altına pıt pıt vuruyordu. Yan yana yürümeyi becerdiğimiz andan itibaren o, yol boyunca ilk karışlaşmanın soğukluğunu yaşatmamak için konuşmaya çalıştı. Ben de ona eşlik etmeye çalıştım dilim döndüğünce. Fakat bu şekilde hem yürüyüp hem konuşurken yüzünü göremiyordum. İlk konuştuğumuz yerde ağzından çıkan şeylerle yüzündeki ifade muhteşemlik derecesinde uyumluydu. Sırf o yüzündeki gerçek endişeye, içtenliğe, hayranlığa duyduğum hayranlığa karşılık, belki de hiç konuşmamamız gereken bir Ajda bardak boyu çay süresince konuşmaya karar vermiştim. Ama yolda geçen konuşmalarımız sırasında yüzünü, ifadelerini göremiyordum. Bu yüzden kısa, geçiştirmelik cevaplar verip duruyordum. 

                      -         Kızdın mı bana?

-         Ne için?
-         Geldiğim için. Sen gel demeden. Habersiz. Pis gibi, sapık gibi..
-         Bilmiyorum.
-         Ben de bilmiyorum.
-         Sen neyi bilmiyorsun?
-         Nasıl gelebildiğimi..
-         …
-         …

                     Nasıl gelebilmişti cidden? Bu kadar mı bağlıyordum hayata onu? Yoksa bana bağlanacak kadar mı kopuktu hayattan? İçim ısındı neden bilmem, bir gülümseme oturacak oldu ki dudaklarımın ucuna, zor tuttum onu. 'Fırat' dedim içimden. 


-         Aç mısın? Üstün de çamur zaten hep.
-         Yok değilim sanırım. Hissetmiyorum. Çamur da, ayağım takıldı dün. Düştüm çocuk gibi. Ondan oldu. Sonra vakit mi olmadı ne olduysa temizlenemedim de.
-         Az önce düştün. Hafızanı da mı kaybettin.
-         Gördün mü?
-         Arkadaşlarımla beraberdik. Senin düştüğünü görünce ‘Adama bak düz yolda düştü’ diye bana gösterdiler. Orada seni gördüm, tanıdım. Bana geldiğini anladım. Onların gitmelerine izin verip seni bekledim ben de, konuşabil diye. Konuşamayacağını düşündüm kalabalık içinde.
-         Buraya kadar geldiysem onu da yapardım aslında. Demek o yüzden onca vakit kaybetmeme rağmen seni gördüğüm saatçinin önünden ayrılmamıştın.
-         O yüzden… Acıyor galiba canın, aksıyorsun?
-         Yok acımıyor. Bacağım biraz sıkıntılı, arada aksıyor
-         İyi madem.
-         Belki de ben normal yürüyorumdur. Metin Üstündağ’ın dediği gibi “Ben yürüdükçe dünya biraz aksıyor.”dur belki..
-         ...


                      Konuşmak istemesem de beni konuşturuyordu bir şekilde. Bense her kelimesinin suratına yansıyışını merak ediyordum. Sırf söyleyecekleri o çay bahçesine saklı kalsın diye hiç kullanmak istemesem de "Iyi madem" kalıbını kullandım. Son bir çırpındı ve ardından o da sessizliğe gömüldü. "İyi madem" ! Bunu kafama yazdım. Sevmediğin birini demoralize etmek için harikulade bir kalıp. Ya da yoksa sadece Vedat gibi naif, sırılsıklam aşık adamlar üzerinde mi etkili olan bir kalıptı bu? Denemek lazımdı. Üzerinde kullanabileceğim insanlarla beraber kafama bu kalıbı not ettim.

Edit: Bir tur da çay bahçesi üzerine olacak. Bu bölümün soundtrackleri José González'den Teardrop cover'ı. Of Montreal de paylaşacaktım ama bir sonrakine olsun o. 
Şimdiden dinleyen dinlesin 'Gallery Piece'i. Çay bahçesi yazısı zor olacak. Olumlu yahut Olumsuz bitmesi
 hakkında fikirlerinizi paylaşırsanız sevinirim. 


3 yorum:

  1. "mutlu aşk yoktur" diyorlar üstad, valla ben onların yalancısıyım...

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Sadece romantik komedi filmlerinde varmış mutlu olanları, onu da ben izlemedim izlemem. Mutsuz son daha bildik, daha tanıdık..

      Sil
  2. Bir de "Hadi bakalım" var, lisede bir arkadaşımla gece gündüz mesajlaşırdım, bütün gün beraber olunmasına rağmen eve gidince anında mesaj atan tiplerdendik. Onunla böyle bir tespitimiz vardı. Genelde söyleyecek şey bulunamayınca ve muhabbet kesilsin istenince "hadi bakalım" yazıyor kişi, ve bu mesaja genelde cevap verilmiyor. Esprisine "hadi bakalım" yazardım, espri olduğunu anlayıp akşama kadar yazmazdı ibiş :D (Bkz: üniversiteye başlayınca lise arkadaşını arayıp sormamak ama içten içe çook özlemek)

    Neyse.. Bu hikayeyi çok sevdim ben!

    YanıtlaSil

söyle güzelim dinliyorum?