Yazıya nasıl gireceğimi dahi bilmiyorum. İçimdeki İngiliz kanına izin versem 'Well' diye girerdi ama burada ukalalık olur. Etrafımda olup biteni 0.25X hızda izliyor olmaktan yoruldum. Her mimik, jest, koku, fasikülasyon, bakış, ses.. Sizin önemsiz varsayıp kulağınızdan sokup östaki borunuzdan çıkardığınız kimi ses dalgaları, gözünüzden sokup burun deliklerinizden çıkardığınız adı neyse işte her şey kafamın içinde birikiyor. Gordon Milne'in veda maçı 22 Aralık 1993 tarihli Ankaragücü maçı değil mi? Yep, 2-0 beybim. Radyodan hangi oturuş pozisyonunda, nasıl dinlediğim bile dün gibi aklımda. Hiçbir şeyi unutamıyorum, hiçbir şeyi üstün körü değerlendiremiyorum. O yüzden şimdi anlattıklarımı okumayı sevmiyorsanız bile ilerde bir gün kendi çocuklarım, ya da kendi çocuğummuş gibi sevdiğim bir başkasının çocuğu için güzel bir hikayeci olacağım. Bu rahatsızlığın ucunun güzel bir yere çıkması için öyle umuyorum ya da. Hoşçakalın..
23.12.2013
The Observer
Yazıya nasıl gireceğimi dahi bilmiyorum. İçimdeki İngiliz kanına izin versem 'Well' diye girerdi ama burada ukalalık olur. Etrafımda olup biteni 0.25X hızda izliyor olmaktan yoruldum. Her mimik, jest, koku, fasikülasyon, bakış, ses.. Sizin önemsiz varsayıp kulağınızdan sokup östaki borunuzdan çıkardığınız kimi ses dalgaları, gözünüzden sokup burun deliklerinizden çıkardığınız adı neyse işte her şey kafamın içinde birikiyor. Gordon Milne'in veda maçı 22 Aralık 1993 tarihli Ankaragücü maçı değil mi? Yep, 2-0 beybim. Radyodan hangi oturuş pozisyonunda, nasıl dinlediğim bile dün gibi aklımda. Hiçbir şeyi unutamıyorum, hiçbir şeyi üstün körü değerlendiremiyorum. O yüzden şimdi anlattıklarımı okumayı sevmiyorsanız bile ilerde bir gün kendi çocuklarım, ya da kendi çocuğummuş gibi sevdiğim bir başkasının çocuğu için güzel bir hikayeci olacağım. Bu rahatsızlığın ucunun güzel bir yere çıkması için öyle umuyorum ya da. Hoşçakalın..
18.12.2013
Ne İnkar Ne İtiraz Bu Yalnızca Spam-Final
Yazının ilk kısmını unuttuysanız lütfen şu linki de okuyup ondan sonra bu yazıya geçiniz: http://www.demirbeyvebiyiklari.com/2013/09/ne-inkar-ne-itiraz-bu-yalnzca-spam.html
Arkada gitmek zaten alkolle dolu olan midelerimiz için pek de hoş olmuyordu. Emin'in şöförlüğüne bir itirazım, bir çamurum yok. Asla! Sadece genelde direksiyon başında olmayı alışkanlık hale getirmiş adamlar için arka koltuk hep sıkıntılı olmuştur. Şimdi bir de kafalarımız zaten durduğumuz yerde çalkantılıyken iyice zordu arka koltukta uzun yol. Mola sonrası arabaya geri dönerken Çağıl'ın hafiften depara niyetlendiğini fark edip Semih'i dürttüm. 'Ne yapıyor bu sikimin oğlu?' diye benim de aklımdan geçen soruyu sordu Semih. İçimizdeki tek ayık Emin, Çağıl'ın tüm kurnazlığıyla ön koltuğa hücum ettiğini söyleyince Semih'le ben koşmaya yeltendik. Daha start verilir verilmez ben Semih'i geçmiştim ki kolumdan çekildiğimi hissedip küfretme maksatlı arkamı döndüm. Çeken Semih'ti. 'La oğlum burada büyüğümüz var. Oktay var. Ne diye yarışıyoruz? A bu uyanık bebe de oturmayacak oraya, biz de oturmayacağız.' dedi. Cümlesinin her bir öğesine katıldığımı belirttim. Emin'e kapıyı kitlemesini söyledik. Emin, uzaktan kumanda vasıtasıyla kapıyı kitledi. Çağıl da tam bir hırsız, sıfatının hakkını verircesine tam bir tinerci gibi kapı kolunu zorlamakla yetindi. Oktay, olanca haşmetiyle arabanın başına geldiğinde Çağıl'ın yanında durup 'Ben büyük ağabeyim, öne ben oturaçaağm.' dedi. Güldük. Çakıl küfretti. İnadına arka koltukta da ortaya oturttuk uyanıksporluyu.
Artık hedefimize sadece 100 kilometre kalmıştı. Geçilen her bir kilometrede heyecanım artıyor, içimden karşısına çıkar çıkmaz söyleyeceklerimin piyesini düzenliyordum. Yolculuğun ilk üç saatindeki neşemden, muhabbete dahil oluşumdan eser kalmayınca Emin durumu fark edip bana laf attı:
Emin - Konuşmayı mı ezberliyorsun?'
Demirbey - Evet lan. Patron yanına çağırınca da hep böyle oluyor. Bin söyleyeceğim varken birini bile adam akıllı bitiremeyip çıkıyorum odadan. Sonra şişiyorum.
Çağıl- Emel Sayın yapalım istersen.
Emin - Benim arabanın bagajında kilim var pikniklik. Ona sararız.
Demirbey - Dürüm mü yapacağız lan kızı. Üniversite okumuş adamlarız medenice konuşurum ben, sıkıntı yok.
Semih - Hap map birşeyler soruşturalım lan orada. Cesaret için.
Oktay - Cesaret diye bebeye viagra kitleyeceksin değil mi lan? Elindeki prezervatif boşa gitmesin diye.
Semih - Ne alakası var oğlum. Ben konuşmadan önce içerim ki rahatlayayım diye. A bu bebe rahat değil daha.
Oktay - Emin lan, çek sağa da şurada bir prova yapsın çocukcağız.
Araba sağa çekildi. Provayı boşluğa karşı yapamayacağımı belirterek nazlandığım için kendi aralarında kısa çöp çekme etkinliği düzenleyerek karşıma kısa çöpü çeken bahtsız Çağıl'ı verdiler. Çağıl, içlerindeki en idealiydi aslında. Boy pos manasında düşündüğümde ise tıpkı yardı. Fakat ne zaman ağzımı açsam hayalarımı ellemeye kalktığı için Çağıl'ı yarin yerine koyamadım. O sırada yolun karşı tarafında durmuş, anlamsız gözlerle bize doğru bakmakta olan köpeği gördük. Çakıl'la ben canımız oldukça tatlı olduğundan diğer üç kişiyi satarcasına hemen yere çömeldik. Köpeğin sırf ayakta duranları değil, kimseyi ısırmaya niyeti yoktu. Emin atılıp köpekle gayet güzel prova yapılabileceğini söyledi. Köpeğin ısırmasından hala korkuyor olduğum için önce teklifi refüze ettim fakat daha sonra köpeğin gayet geri zekalı, ısırmanın ne olduğunu dahi bilmeyen bir tip olduğu konusunda beni ikna ettiler ve Emin'in önerisini kabul ettim. Yolun karşısına geçmeye hazırlandığım anda içimizdeki en romantik insan Emin elime altı adet gelincikten yapmış olduğu buketi tutuşturdu ve ekledi : 'Herşey gerçekçi olsun.'. Ben çiçek tutamam lan elimde diyemedim, aldım çiçeği. Semih de diğer yandan kolumu çekiştiriyordu. Döndüm, o da avucuma prezervatif kutusunu tutuşturdu. Güldüm. 'Ayıp lan' dedim. 'Olaya bak.' diye bağırıp gülmeye devam etti. En son Oktay'a dönüp 'İyi izle ajan. İyi izle de bir yanlışımı görürsen söyle. Güveniyorum sana. ' dedim ve önce soluma, sonra sağıma ve sonra tekrar soluma bakarak karşıdan karşıya geçtim (Trafik dersine selam olsun).
Köpeğin başına vardığımda önce elimdeki çiçekleri kendisine doğru uzattım. Çağıl haklı olarak bağırdı: 'La merhaba demeden çiçeği mi veriyorsun. Kurye misin sen?'. Baştan aldım ve önce merhaba dedim. Birkaç ufak şey geveledim, çiçeği uzattım. Kokladı, sevmedi. Yere, ön patilerinin ucuna bıraktım nebatı.Yine ufak tefek birşeyler geveledim ve sonrasında cebimden çıkardığım bir kağıdı da çiçeğin yanına yere bırakıp geri, arkadaşlarımın olduğu yere döndüm. Naptın lan sorularının yağmur olduğu anda, konuşurken heyecanlanıp saçmaladığımı, bunun üzerine daha önceden yazmış olduğum bir yazıyı köpeğin ayak ucuna bıraktığımı belirttim. Şahsıma edilen küfürlerden düşüncelerimi duyamıyordum. Köpeğe dönüp baktım. Kağıdı yiyordu. 'Amına kodumunun hayvanı, kaç günümü verdim lan ben o yazıya. Hoşt yare vericem o kağıdı ben.' diye canhıraş yolun karşısına geçtim. Önce sola sonra sağa sonra tekrar sola bakmadan.. Ağzında tuttuğu kağıda uzattım elimi, hırladı. Biraz daha zorladım. Havladı. Yine küfredip, bırakmasını istediğimi bağırdım yarimin 48 kilometre uzağında olduğumuz topraklarda. Bırakmadı. Bırakmadığı yetmezmiş gibi bir de beni kovalamaya başladı. 'Kaçın la kaçın!' diye bağıra bağıra arabaya doğru depara kalktım. İyi koşmuştum, köpek beni yakalayamamıştı. Tam kendimi kapıdan içeri fırlatıp kapıyı kapattığımız anda, tırnaklarının arabanın kapısında bıraktığı sesi duyabiliyordum. Ucuz kurtulmuştum. 'Hayır yani selülozu sindirebiliyor olsak biz de yiyelim kağıdı. Ama ben de sindiremiyorum sen de sindiremiyorsun. Kağıt yemek de neyin nesi şimdi ya!' şeklinde sitem edip sustum.
Hayal kırıklığına uğratmıştım arkadaşlarımı. Oktay'ın tepkisi mühimdi. Yüzüne bakacak cesaretim yoktu. Bir derin nefes alıp topladım kendimi ve yüzüne bakmaya yeltendim. Yerinde göremedim. Biraz daha kafamı uzatıp ön koltuğa iyice baktım. Oktay'ın yerinde koltuğa gömülmüş bir şekilde Çağıl oturuyordu. 'Nasıl bir ölüsevicisin lan sen, nasıl bir kan emicisin. En sıkıntılı anımızda bile ön koltuğa koşturup orayı kapma derdinde olmak nedir?' dedim. Kızdı, bilmeden olduğunu belirtti, darıldığını beyan etti. Kıyamam deyip öpmeye kalktım. Öne doğru uzandığım anda götüme parmak attı. Çağıl hala Çağıl'dı. Ana avrat küfürleştik ki bilen bilir samimi arkadaşlık bunu gerektirir. Sol arka kapısından girdiğim arabada Oktay meğer en sağındaymış arka koltuğun. 'Diyemedim ajan. Ama korkma, karşımda köpek olduğu için odaklanamadım ben. Yar sıfatını görende bülbül olur, Bizimkiler'deki Papağan olur bu dil. İlham "O" sonuçta, kaç yazı yazdığımı sen biliyorsun bir hikayeden yola çıkıp. Güven bana. Güveniyorsun değil mi?' diye sorumsalca sordum. 'Göreceğiz.' dedi. Güvenini fena sarsmıştım anlaşılan.
Yolun kalan 48 kilometresi benim açımdan ölüm sessizliğiyle, Emin açısındansa Radyo Seymen'i aramakla geçti. Çağıl sağ olsun evden çıkarken yanına pet şişede nevale almış. Onu içtik sustuk. İçtik sustuk. Saat sabahın altısı olmuştu ve biz mütemadiyen susuyorduk.
Saat yedide, kalmakta olduğu evi bulduk. Binanın kapısının karşısına arabamızı çektik. Semih'le Çakıl uyudu. Emin gözlerini kapadı, ara ara muhabbete eşlik etti. Oktay'sa cep telefonundan birşeyler karıştırıp durdu. Sanki bir şeyler arıyordu. Neden sonra o da bıraktı telefonunu, kafasındaki kepi yüzüne örterek o da uyuma pozisyonuna geçti. Bir buçuk saatlik sessizliği ise ben bozdum. 'Çıktı lan!' diye bir bağırış bağırdım. Hafiften ortaya doğru kendimi atıp dikiz aynasından saçıma, göz altlarıma, dişlerime baktım. 'Allah'ını seven deodorant meodorant birşey atsın lan üzerime, adam kokuyorum.' diye çaresizce bağırdım. Emin torpidodan çam şeklinde bir araba kokusu çıkardı. Araba kokusunu önce yüzüme, sonra ellerime, sonra da koltuk altlarıma vs sürerek arabadan çıkıyordum ki Oktay adeta bir atmaca gibi koluma yapıştı. Telefonunu elime verdi. Ekranda Yoda'nın fotoğrafı vardı. Fotoğrafın altında da 'Do or do not. There is no try!' yazıyordu. Demekki telefonunu kurcaladığı dakikalarda bu ana hazırlık yapıyormuş. 'Roger that!' dedim ve yumruğuma vurması için yumruğumu uzattım. Pump my fist geleneğinin gerçekleştirdik.
Kapıya elimi attım ve açtım. Arabadan aşağı indiğim anda 'Emin'in "Laaaan!" şeklinde çaresizce bağırdığını hatırlıyorum. Sonra.. Sonrayı burada öğrendim işte. O günkü kadronun tamamı burada toplanınca.. O sabah ben, yare koşacağım derken arabadan adımımı atmamla yoldan geçen bir kamyonet bana çarpmış, iki ay komada kalmışım, ama sonra kurtaramamışlar, ölmüşüm vs vs. Hissetmedim ben o kısımları. Çocuklar çok üzülmüş. Annem fena olmuş. Daha fazla anlattırmadım ailemle ilgili olan kısımları. Nasıl üzüldüklerini tahmin edebiliyorum zira. Sonra ben, Kafka gibi 'Yakın la yazdıklarımı.' dememiştim. Onlar da sözümü dinlemişler ve ne yazdıysam hepsini bastırmışlar. Hepsinin içinde birer Max Brod varmış da haberim yokmuş. Hayalim ben bilmeden gerçek olmuş. Kötü yanı ise bir hikaye yarım kalmış aşağıda. Onca hazırlandığım bir hikaye.. Bir de arkadaşlarımdan biraz fazla erken ayrılarak dünyadaki makaralarının çoğunu kaçırmışım. Şimdi imrene imrene dinle işin yoksa.
Soundtrack de Anna Kendrick olsun. Yazı finali için yaşanan gecikmeden ötürü de ikinci bir soundtrack paylaşayım belki affolur.
Arkada gitmek zaten alkolle dolu olan midelerimiz için pek de hoş olmuyordu. Emin'in şöförlüğüne bir itirazım, bir çamurum yok. Asla! Sadece genelde direksiyon başında olmayı alışkanlık hale getirmiş adamlar için arka koltuk hep sıkıntılı olmuştur. Şimdi bir de kafalarımız zaten durduğumuz yerde çalkantılıyken iyice zordu arka koltukta uzun yol. Mola sonrası arabaya geri dönerken Çağıl'ın hafiften depara niyetlendiğini fark edip Semih'i dürttüm. 'Ne yapıyor bu sikimin oğlu?' diye benim de aklımdan geçen soruyu sordu Semih. İçimizdeki tek ayık Emin, Çağıl'ın tüm kurnazlığıyla ön koltuğa hücum ettiğini söyleyince Semih'le ben koşmaya yeltendik. Daha start verilir verilmez ben Semih'i geçmiştim ki kolumdan çekildiğimi hissedip küfretme maksatlı arkamı döndüm. Çeken Semih'ti. 'La oğlum burada büyüğümüz var. Oktay var. Ne diye yarışıyoruz? A bu uyanık bebe de oturmayacak oraya, biz de oturmayacağız.' dedi. Cümlesinin her bir öğesine katıldığımı belirttim. Emin'e kapıyı kitlemesini söyledik. Emin, uzaktan kumanda vasıtasıyla kapıyı kitledi. Çağıl da tam bir hırsız, sıfatının hakkını verircesine tam bir tinerci gibi kapı kolunu zorlamakla yetindi. Oktay, olanca haşmetiyle arabanın başına geldiğinde Çağıl'ın yanında durup 'Ben büyük ağabeyim, öne ben oturaçaağm.' dedi. Güldük. Çakıl küfretti. İnadına arka koltukta da ortaya oturttuk uyanıksporluyu.
Artık hedefimize sadece 100 kilometre kalmıştı. Geçilen her bir kilometrede heyecanım artıyor, içimden karşısına çıkar çıkmaz söyleyeceklerimin piyesini düzenliyordum. Yolculuğun ilk üç saatindeki neşemden, muhabbete dahil oluşumdan eser kalmayınca Emin durumu fark edip bana laf attı:
Emin - Konuşmayı mı ezberliyorsun?'
Demirbey - Evet lan. Patron yanına çağırınca da hep böyle oluyor. Bin söyleyeceğim varken birini bile adam akıllı bitiremeyip çıkıyorum odadan. Sonra şişiyorum.
Çağıl- Emel Sayın yapalım istersen.
Emin - Benim arabanın bagajında kilim var pikniklik. Ona sararız.
Demirbey - Dürüm mü yapacağız lan kızı. Üniversite okumuş adamlarız medenice konuşurum ben, sıkıntı yok.
Semih - Hap map birşeyler soruşturalım lan orada. Cesaret için.
Oktay - Cesaret diye bebeye viagra kitleyeceksin değil mi lan? Elindeki prezervatif boşa gitmesin diye.
Semih - Ne alakası var oğlum. Ben konuşmadan önce içerim ki rahatlayayım diye. A bu bebe rahat değil daha.
Oktay - Emin lan, çek sağa da şurada bir prova yapsın çocukcağız.
Araba sağa çekildi. Provayı boşluğa karşı yapamayacağımı belirterek nazlandığım için kendi aralarında kısa çöp çekme etkinliği düzenleyerek karşıma kısa çöpü çeken bahtsız Çağıl'ı verdiler. Çağıl, içlerindeki en idealiydi aslında. Boy pos manasında düşündüğümde ise tıpkı yardı. Fakat ne zaman ağzımı açsam hayalarımı ellemeye kalktığı için Çağıl'ı yarin yerine koyamadım. O sırada yolun karşı tarafında durmuş, anlamsız gözlerle bize doğru bakmakta olan köpeği gördük. Çakıl'la ben canımız oldukça tatlı olduğundan diğer üç kişiyi satarcasına hemen yere çömeldik. Köpeğin sırf ayakta duranları değil, kimseyi ısırmaya niyeti yoktu. Emin atılıp köpekle gayet güzel prova yapılabileceğini söyledi. Köpeğin ısırmasından hala korkuyor olduğum için önce teklifi refüze ettim fakat daha sonra köpeğin gayet geri zekalı, ısırmanın ne olduğunu dahi bilmeyen bir tip olduğu konusunda beni ikna ettiler ve Emin'in önerisini kabul ettim. Yolun karşısına geçmeye hazırlandığım anda içimizdeki en romantik insan Emin elime altı adet gelincikten yapmış olduğu buketi tutuşturdu ve ekledi : 'Herşey gerçekçi olsun.'. Ben çiçek tutamam lan elimde diyemedim, aldım çiçeği. Semih de diğer yandan kolumu çekiştiriyordu. Döndüm, o da avucuma prezervatif kutusunu tutuşturdu. Güldüm. 'Ayıp lan' dedim. 'Olaya bak.' diye bağırıp gülmeye devam etti. En son Oktay'a dönüp 'İyi izle ajan. İyi izle de bir yanlışımı görürsen söyle. Güveniyorum sana. ' dedim ve önce soluma, sonra sağıma ve sonra tekrar soluma bakarak karşıdan karşıya geçtim (Trafik dersine selam olsun).
Köpeğin başına vardığımda önce elimdeki çiçekleri kendisine doğru uzattım. Çağıl haklı olarak bağırdı: 'La merhaba demeden çiçeği mi veriyorsun. Kurye misin sen?'. Baştan aldım ve önce merhaba dedim. Birkaç ufak şey geveledim, çiçeği uzattım. Kokladı, sevmedi. Yere, ön patilerinin ucuna bıraktım nebatı.Yine ufak tefek birşeyler geveledim ve sonrasında cebimden çıkardığım bir kağıdı da çiçeğin yanına yere bırakıp geri, arkadaşlarımın olduğu yere döndüm. Naptın lan sorularının yağmur olduğu anda, konuşurken heyecanlanıp saçmaladığımı, bunun üzerine daha önceden yazmış olduğum bir yazıyı köpeğin ayak ucuna bıraktığımı belirttim. Şahsıma edilen küfürlerden düşüncelerimi duyamıyordum. Köpeğe dönüp baktım. Kağıdı yiyordu. 'Amına kodumunun hayvanı, kaç günümü verdim lan ben o yazıya. Hoşt yare vericem o kağıdı ben.' diye canhıraş yolun karşısına geçtim. Önce sola sonra sağa sonra tekrar sola bakmadan.. Ağzında tuttuğu kağıda uzattım elimi, hırladı. Biraz daha zorladım. Havladı. Yine küfredip, bırakmasını istediğimi bağırdım yarimin 48 kilometre uzağında olduğumuz topraklarda. Bırakmadı. Bırakmadığı yetmezmiş gibi bir de beni kovalamaya başladı. 'Kaçın la kaçın!' diye bağıra bağıra arabaya doğru depara kalktım. İyi koşmuştum, köpek beni yakalayamamıştı. Tam kendimi kapıdan içeri fırlatıp kapıyı kapattığımız anda, tırnaklarının arabanın kapısında bıraktığı sesi duyabiliyordum. Ucuz kurtulmuştum. 'Hayır yani selülozu sindirebiliyor olsak biz de yiyelim kağıdı. Ama ben de sindiremiyorum sen de sindiremiyorsun. Kağıt yemek de neyin nesi şimdi ya!' şeklinde sitem edip sustum.
Hayal kırıklığına uğratmıştım arkadaşlarımı. Oktay'ın tepkisi mühimdi. Yüzüne bakacak cesaretim yoktu. Bir derin nefes alıp topladım kendimi ve yüzüne bakmaya yeltendim. Yerinde göremedim. Biraz daha kafamı uzatıp ön koltuğa iyice baktım. Oktay'ın yerinde koltuğa gömülmüş bir şekilde Çağıl oturuyordu. 'Nasıl bir ölüsevicisin lan sen, nasıl bir kan emicisin. En sıkıntılı anımızda bile ön koltuğa koşturup orayı kapma derdinde olmak nedir?' dedim. Kızdı, bilmeden olduğunu belirtti, darıldığını beyan etti. Kıyamam deyip öpmeye kalktım. Öne doğru uzandığım anda götüme parmak attı. Çağıl hala Çağıl'dı. Ana avrat küfürleştik ki bilen bilir samimi arkadaşlık bunu gerektirir. Sol arka kapısından girdiğim arabada Oktay meğer en sağındaymış arka koltuğun. 'Diyemedim ajan. Ama korkma, karşımda köpek olduğu için odaklanamadım ben. Yar sıfatını görende bülbül olur, Bizimkiler'deki Papağan olur bu dil. İlham "O" sonuçta, kaç yazı yazdığımı sen biliyorsun bir hikayeden yola çıkıp. Güven bana. Güveniyorsun değil mi?' diye sorumsalca sordum. 'Göreceğiz.' dedi. Güvenini fena sarsmıştım anlaşılan.
Yolun kalan 48 kilometresi benim açımdan ölüm sessizliğiyle, Emin açısındansa Radyo Seymen'i aramakla geçti. Çağıl sağ olsun evden çıkarken yanına pet şişede nevale almış. Onu içtik sustuk. İçtik sustuk. Saat sabahın altısı olmuştu ve biz mütemadiyen susuyorduk.
Saat yedide, kalmakta olduğu evi bulduk. Binanın kapısının karşısına arabamızı çektik. Semih'le Çakıl uyudu. Emin gözlerini kapadı, ara ara muhabbete eşlik etti. Oktay'sa cep telefonundan birşeyler karıştırıp durdu. Sanki bir şeyler arıyordu. Neden sonra o da bıraktı telefonunu, kafasındaki kepi yüzüne örterek o da uyuma pozisyonuna geçti. Bir buçuk saatlik sessizliği ise ben bozdum. 'Çıktı lan!' diye bir bağırış bağırdım. Hafiften ortaya doğru kendimi atıp dikiz aynasından saçıma, göz altlarıma, dişlerime baktım. 'Allah'ını seven deodorant meodorant birşey atsın lan üzerime, adam kokuyorum.' diye çaresizce bağırdım. Emin torpidodan çam şeklinde bir araba kokusu çıkardı. Araba kokusunu önce yüzüme, sonra ellerime, sonra da koltuk altlarıma vs sürerek arabadan çıkıyordum ki Oktay adeta bir atmaca gibi koluma yapıştı. Telefonunu elime verdi. Ekranda Yoda'nın fotoğrafı vardı. Fotoğrafın altında da 'Do or do not. There is no try!' yazıyordu. Demekki telefonunu kurcaladığı dakikalarda bu ana hazırlık yapıyormuş. 'Roger that!' dedim ve yumruğuma vurması için yumruğumu uzattım. Pump my fist geleneğinin gerçekleştirdik.
Kapıya elimi attım ve açtım. Arabadan aşağı indiğim anda 'Emin'in "Laaaan!" şeklinde çaresizce bağırdığını hatırlıyorum. Sonra.. Sonrayı burada öğrendim işte. O günkü kadronun tamamı burada toplanınca.. O sabah ben, yare koşacağım derken arabadan adımımı atmamla yoldan geçen bir kamyonet bana çarpmış, iki ay komada kalmışım, ama sonra kurtaramamışlar, ölmüşüm vs vs. Hissetmedim ben o kısımları. Çocuklar çok üzülmüş. Annem fena olmuş. Daha fazla anlattırmadım ailemle ilgili olan kısımları. Nasıl üzüldüklerini tahmin edebiliyorum zira. Sonra ben, Kafka gibi 'Yakın la yazdıklarımı.' dememiştim. Onlar da sözümü dinlemişler ve ne yazdıysam hepsini bastırmışlar. Hepsinin içinde birer Max Brod varmış da haberim yokmuş. Hayalim ben bilmeden gerçek olmuş. Kötü yanı ise bir hikaye yarım kalmış aşağıda. Onca hazırlandığım bir hikaye.. Bir de arkadaşlarımdan biraz fazla erken ayrılarak dünyadaki makaralarının çoğunu kaçırmışım. Şimdi imrene imrene dinle işin yoksa.
Soundtrack de Anna Kendrick olsun. Yazı finali için yaşanan gecikmeden ötürü de ikinci bir soundtrack paylaşayım belki affolur.
1.12.2013
Bîkarış-ün Nehir-2
Altı saat olmuştu ve o hala olması gereken yerde, geleceğini vaad ettiği yerde yoktu. Hem zaman geçer, hem de kilo almama yardımcı olur düşüncesiyle on beş dakika öncesinde almış olduğum poğaçaların da içinde bulunduğu kese kağıdına elimi atıp içlerinden kıymalı olanını yemek üzere aldığım sırada geldi ve karşımda dikildi. Ayaklarından yüzüne dek gezdim gözlerimle. Gözüm gözüne değer değmez 'Merhabalar olsun!' dedim alışık olduğum şekilde. Beşiktaş Belediyesi sponsorluğunda yayılmış bir halde oturmakta olduğum bankta toparlandım ve 'Gel yanıma otur.' dedim. Ne dediysem onu yaptı ve yanıma oturdu. Elimdeki kıymalı poğaçayı uzattım. 'Yorgunsundur al, kuvvet verir kıymalı poğaça. İçinde et var ne de olsa.' dedim. Kıymasından duyduğu şüpheyi gidermek için burnunu uzatıp kokladı ve sonra aldı. Ben de kese kağıdından başka bir poğaçayı aldım. Patatesliydi.
'Ben kızamam sana da niye geç kaldın? Ben beklerim. Geleceğini bildiğim için beklerim. Bilmesem de 'Ya gelirsen' diye beklerim. Bekleyerek aciz duruma mı düşüyorum peki? Şunu demek istiyorum: Sen en fazla ne kadar beklerdin beni?
Tanesi sekiz dakikadan yirmi üç sigara içtim. Kalan zamanda da düşündüm. Beraber yeriz diye aç gelmiştim. Sen yerken yediğimden tat alıyorum ben. Sonra unuttum açlığımı da yirmi üçüncü sigara hatırlattı. Bu poğaçaları aldım ben de. Senle yiyoruz şimdi. Gecikmeli de olsa istediğim oldu. Demin kokladın kıymasını ama emin ol bu çevrelerin en iyi poğaçacısıdır bu adamlar. Beğendin mi?
Düşündüm demiştim ya. Gerçekten çok düşündüm. Sigaradan arta kalan zamanda değil sırf, sigara içtiğim sırada da düşündüm. Müjgan.. Senin gelecek olma ihtimalin yüzünden daha bir istekli bekliyorum ben seni. Ki bu çok güzel birşey. Ama geldiğinde bitiyor o aşkla, meşkle, yollarını gözleye gözleye bekleyişim. Geldiğinde de beklentilerim, kafamda kurduklarım da yaralanıyor hem. Demem o ki, sen gelme de ben hep bekleyeyim. Ben gidiyorum. Altı saat gecikmeli olarak..
Poğaçayı da helâl ettim. Afiyet olsun'
Ayağa kalktım ama nereye gideceğimi bilmiyordum. Karşıdan karşıya geçecekmişçesine bir sağa bir de sola baktım. Sola baktığım sırada omzumda bir el hissettim. Döndüm ve Müjgan'la göz göze geldim. 'Çok özür dilerim beklettiğim için.' diyordu Müjgan. Ben, kendi hür irademle beklediğimi sanıyordum, meğer o bekleTmiş. Gerek olmadığını, zira benim bir arkadaşımla sohbete geldiğimi belirttim. Hazırladığım konuşmanın alıştırmasını yaptığım bankta oturan arkadaşıma, sokak köpeğine el salladım son bir kez.
Edit: Soundtrack bu sefer the Beta Band'den. Kitap bu yazıyla biter. Görüşmek üzere..
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)