15.04.2012

EvlenMac Menü İstiyorum. Bi Boy Büyüsün!

Gösterdiği ayakkabıya baktım. Kuru bir 'Güzelmiş' le geçiştirdim. 'Kendimize mi bakıyoruz it, tak geçir ayağına, bak bi şuna' diye sinirlendi. Kırmadım, geçirdim ayağıma. Çok klasik olduğunu düşündüğümü belirtip çıkardım. İçinde geçen küfürleri az biraz seçebildiğim birşeyler mırıldanarak uzaklaştı yanımdan. Gittim, bir halı saha ayakkabısının yanında durdum. Yıllardır yapadurduğum espriyi yinelemek için Oktay'a seslendim. 'Ajan bak bunu alalım bana. Hem kumaşın altına da giyilir ehehe mehehe' diye güldüm. Gülmedi. Yüzüme dahi bakmadan 'Sigara içicem ben' dedi. Bırakmadım peşini, ben de içeyim diyerek yanına koştum. Alışveriş merkezinin balkonuna çıkmıştık. Sigaralarımızı yakıp korkuluklara dirseklerimizi koyarak kah aşağıdaki otoparka, kah karşımızdaki ormana bakmaya başladık.

"Evdekilerden birşey mi giysemki? Hem boşa masraf, civelek gibi orta yere çıkıp oynayacak halim yok ya. Bi yerde gönlümün titrediğinin düğünü. İçer otururum. Ayağımı, ayakkabımı da gören olmaz.' dedim. Ayağımdaki ayakkabılara baktım. Giyeceğim takımı düşündüm. Zihnimde canlanan görüntü gayet hoştu, giysem giyilirdi. Ama tabi bir de eve gidip prova yapmak lazımdı. Ben bunları düşünürken neredeyse sigaranın sonuna geldik, oysa hiç konuşmuyordu. Oktay uyurken konuşmazdı, bu durumdan da haliyle korkmazdım. Ama böyle alışverişe çıkmışken, kaynatması güzel bir ambiansta geziyorken susuyor oluşu beni korkutuyordu. Acaba bu mimarisi gayet hoş, nezih, şehrin en elit alışveriş merkezinde bana girişir miydi, bu indirimli ürünün kapısından bile giremeyeceği kadar gururlu AVM'de beni, geçmesi muhtemel ünlülere ve jet sosyetenin tanınmış simalarına rezil eder miydi? Bunun düşüncesi dahi beni korkuttu. Şamdan dergisine röpörtaj veren bir iş adamının, gördüğü en trajik, ya da en komik olay sorulduğunda 'Sarışın 1.90 lık bir adamın bıyıklı sıska bir adamı dövüşü'nü anlatması olasılığı aklımı yerinden oynattı. Susarsam dövmez, ama konuşursam ve bu konuşma esnasında ağzımdan yanlış birşey çıkarsa beni komaya sokar sokar çıkarır diyip ben de susuşuna dahil oldum.

Oktay araba kullandığı zamanlarda dahi konuşurken yüzüme bakacak derecede nazik, adab-ı muaşeretten nasibini almış bir adam olmasına rağmen karşıdaki ormanı seyrine devam ederek 'Sen ne biçim bi adamsın?' dedi. Ehheh diye güldüm. O gülmüyordu, devam etti: 'Ulan azıcık da mı üzülmüyorsun? Kaç zamandır peşinde olduğun kız evleniyor lan. Hiç mi aklından geçmiyor gidip ya herro ya merro hissiyatını dökmek? Kalkmış düğün alışverişi yapıyorsun, reşadiye için benden borç istiyorsun. Yarın düğünde de halay başı olursun sen, damadı gerdek odasına ağzına baklava tıkıştırıp sırtına vura vura sokarsın. Ben senin bu batılılığından korkmaya başladım. Batının ahlaksızlığı derken biz pornoyu kastettik mark dorsel ne yaptıysa izledik. Sen huyunu suyunu almışsın. Senin bu yaptığını Tarık Akan yapmaz be!'
Marc Dorcel Reyiz

'Ajan karalar bağlarım bağlasam. Hatta gel beraber bağlayalım, zira aslında bağlayasım var. Ama karalar bağlar, düğününe nişanına gitmezsem onda gönlüm olduğunu anlar. Çoriskli. Hem sadece katılıcam düğününe, takıcam nede karar kılarsam artık reşadiye olur, 100 aöyro olur- bakıcam durumuma göre, eksikli de kalmıycam anlayacağın. Sonra pastamı yiyip kalkıcam. Hatta pasta çikolatalı değil de meyveliyse onu da yemem.'

Oktay sinirlendi yine. Susarsam daha iyi olacağını biliyordum. Şimdi seri yumruk ve diz darbeleriyle zıbartılmayı bekleyen ürkek, ıslak bir çocuktum (Bu son cümleyi yazınca insan edebiyatçı oluyor. Ben de oldum.) 'Kalk gidelim söyleyelim kıza böyleyken böyle, şöyleyken şöyle diyelim. Anlat meramını. Elinde kaybedeceğin birşey yok, en azından bilsin. Kazanırsın durduk yere belli mi olur. Pilavdan döneceği varsa kızın, bunu bekliyorduysa da dönsün. Kaşığı kırılırsa, çeyizlik takım bozulur, atarız onu. Biz ona alırız Hisar'dan bilmem kaç parça şeyi. Nikah şahidin olarak bizzat ben hibe ederim.' diye teklifselce bir öneri sundu. Ben de kendisine  elimde çift kişilik, ikinci kategoriden davetiye olduğunu, sahnenin bu kategoriden de netçe seçilebildiğini, düğünün yemekli olduğunu, en kötü ihtimalle pasta gelende salondan ayrılacağımızı belirterek düğüne gelmesi önerisini sundum. Benim ikna kabiliyetim olmadığından ivedilikle reddetti bu önerimi. Bense onun önerisini çatal bıçak takımına ek olarak bir çamaşır makinesi, bir de buzdolabı karşılığında kabul ettim. Güzel pazarlık yapmıştık. 3D Tv'yi almaya ikna edememiştim ama olsundu.

Bir sigaranın koskoca 10-12 fırtında susmuş, son 3-4 fırtında kararlar almış, kaleler yıkmış devletler kurmuştuk adeta. Hedef mağazamız değişmiş, artık ayakkabı dükkanlarına değil; tektaş satan, bizim gibi orta direğin anca vitrinine uzaktan uzaktan bakabildiği, ola ki tezgahtar vitrin önüne gelip de 'Buyrun içerde de modellerimiz var' dediğinde, 'Yok yok, biz baktık sadece. Kolay gelsiiiin' diyerek o imreniş dolu bakmasını bile yarıda kestiği, fiyatlara verilen tepkinin Celestine Babayaro isimli güzide zencinin kulaklarını çınlattığı pırlanta dükkanlarına bakıyorduk artık. Oktay, gezdiğimiz mağazalarda cidden beğendiğim bir tektaş ürününü fiyatına bakmaksızın almamı, şimdilik ödemeyi kendisi yapacağını, benim ilerde çalışıp kendisine ödeme yapabileceğimi söyledi. Adamdı.

Bir sürü dükkan gezdik, sonunda en çok modeli barındıranına girdik. O kadar çok model bir aradaydı ki. Dakikalar geçtikçe, maksimum 4-5 dakikada alışverişini tamamlayan bünyem karar verme konusunda yaşadığı sıkıntı nedeniyle fenalaşmaya başladı. Sonunda Oktay'ın bacağına sarılıp ağlayarak 'Allahını seversen bi çeyrek alıp gidelim, karar veremiyooeaamm' diye hüzünlendim. Dükkan sahibi anlayışlı adammış, cebinden çıkarıp 10 tane 1 liralığı tezgahtarın eline verdi ve benimle ilgilenmesi için uyardı. Alışverişe Oktay devam ededursun, tezgahtar beni masaj koltuğuna götürdü. Tezgahtar kız, çalıştırmadığı masaj koltuğunda oturarak kızını mı torununu mu ne sikimi bekliyorsa işte bekleyen yaşlı teyzeyi yerinden güç bela kaldırıp beni oturttu masaj koltuğuna. İlk lirayı hazneye yollayıp beni masajlatmaya başladı. Ben anlattıkça hafiflerim düşüncesiyle, gizli öznesi olduğum hikayenin tümünü şık giyimli tezgahtar kıza gözlerimi kapatıp anlattım. Fakat anlattıkça hafiflemeyi bırak ağırlaşıyordum. Gözlerimi açanda yaşlı teyzenin kucağıma oturduğunu farkettim. "Karfur'da da dondurmasından, sucuğuna, çorbasından çayına bissürü tattırıyollamış" diyip kandırdım onu, gitti. Gözlerimi açtığım için tezgahtar kızın da gayet güzel olduğunu farkettim ve 'Yau ben var ya o kızı aslında sırf elde etmek için istiyorum, yok nedir bilmem ben, zira tek çocuğum, kahvaltıda sucuğu halka halka doğrardık var sen düşün' diye durumu düzeltmeye, kendimi aslında kalbi boş, kısmetini bekleyen bir playboy'a çıkarmaya çalıştım. Başarılı oldum olmadım orasını bilemem. 10 liranın 7sini harcadığımızda ben sakinlemiştim, Oktay'ın yanına dönmek istedim. Dükkana dönerken yolda yumuşak şekerci gördüm, sağolsun kalan paramızla bana 3 liralık da şeker aldı. Ağzımda yeşilli morlu yılan şekerle dükkana girdiğim sırada kredi kartı kullanmayan Oktay mavice bir balyayı üsüü süüsü süsüü diye sayıyordu. Sayımı bitirdikten sonra mağaza sahibine yeterli meblağı verdi ve yükte hafif pahada ağır paketimizle dışarı çıktık...
Baya yosun yetişiyormuş yüzük içinde. Hoş...

(Edit: Yazı uzun olunca okunmuyor diye burada kesim yapıyorum. Devam edeceğim ikinci yazı olacak bu da. Muhtemelen haftaya: Final)

(Edit2:  Fonda da Jay Jay Reyizson'dan So Tell the Girls That I am Back in Town)

4.04.2012

Lana del Rey "He!" Dese Seni Unutabilirdim Zalımey

'İyi misin?' dedi. Bir kere olsun işaret parmağımla dokunabilmek için varımı yoğumu vereceğim, kuğularınki gibi uzun boynunu sola birkaç derecelik açıyla yatırarak. Sedat Bucak'tan büyük olmasın ama büyük gözleri, üzerlerindeki kaşların halinin de etkisiyle endişeli gibi, üzüntülü gibi olmuştu. Gözlerine birkaç saniyeden fazla bakamıyordum. Medusa'm kurbann olaaaam! Zira belli bir süre sonunda ağzımı açmaya, ses tellerimi tiretmeye teşvik ediyordu bakışları. Ağzımı açtığım takdirde söyleyeceklerim malum. Ve malumat yasaklı. Neyseki iyi bir susucuyum da bugüne dek tek kelime etmedim. Zaten al bir arkadaşımı, bir tanıdığımı karşına, 'Anlat Demirbey'i.' de. Tek kelime edemezler, Benim özetim bile tek kelime etmiyorken, benim ağzımı açıp tek kelime edememem anormal değil.

Cibiş cibiş olan gözlerimi kırpıp bir yandan da başımla onayladım 'iyiyim' manasında. Bakışımı bakışından çekip kolumdaki kıllara çevirdim. 'Garip aslında. Alnımdan çıkmıyor, buradan çıkıyor. Parmağımın ucundan çıkmıyor, buradan çıkıyor.' diye düşündüm. Onun bakışı ise benim bakışımdan kurtulmasına rağmen hala surat nahiyemde dolaşıyordu.

'Sen iyi misin?' diye sordum. Soru işaretine geldiğim sırada gözlerimi kolumdan gözüne çevirdim. Bu sefer o kaçırdı gözlerini pencereye doğru. 'Harun...' dedi '...az görüşüyoruz, hatta neredeyse görüşemiyoruz Harun'la. Çok fena! Kem açıyoruz karşılıklı.'. Kem açma diyince çağrışımla çalışan kafam mis kokular saçan vücudunun çırılçıplak, hadi olmadı iç çamaşırlarıyla bilgisayarın önünde hareketler sergilediğini  düşündü. 'Harun'un babasının ormanını sikeyim!' dedim. İçimden dedim. Dikkatim dağılsın, dimağım açılsın diye etrafa bakınmaya başladım. Hatta sağımdan geçen bir yılan gördüm. O, herhangi bir kız olsa dirseğimle dürte dürte 'Tısss! Yılanı kes!' diye yanımdan geçen yılanı gösterir, bu yılan hakkındaki fikirlerini benimle paylaşmasını beklerdim. Aklımı yılanda bırakıp masaya döndürdüm fikriyatımı.
Kadın olsam trip esnasında yaklaşık böyle birşey olurdum.
Fikriyatımın bu uzaklaşıp geri dönüşü yaklaşık bir dakika kadar sürmüştü. Bir dakika kadar susmuştu, susmuştum. Susuşmuştuk. İşteş fiillere geçişimiz uğruna kendisini halaya davet etmek isterdim. Cansever'e olan sevdamdan vazgeçmesem, Cansever başka kollarda aşkı arama hevesine girmiş olmasa şimdi terden sırılsıklam olmuş bedenlerimize giydiğimiz ceketlerle halay çekiyor olurduk. Ama O, batıya bakan yüzümüzdü. Yabancı biri  ülkeye girecek olsa, karşılama heyetine seçilebilecek derecede batılı, çağdaş duruyordu. Bu nedenle bu coşumumu halayla kutlayamadım. Batının eşli danslarına ilgim olmadığından kutlama hevesim içime kaçtı. Yetmezmiş gibi O da içime kaçan hevesimin ardından tıpaladı beni. Harun'u anlattı da anlattı. İyi bir susucuyum demiştim ya hani, dinledim de dinledim. Hiç 'O değil asıl öbürü var bak şöyle...' diye sözü devralmadım. Adeta Harun'la ilişki yaşadım, Harun'a kem açtım, Harun'u 'Seni düşünüyorum' manasında çaldırdım, Harun'a 'Hastayım' dedim, Harun tüm diğer erkekler gibi hastayım diyen kızın cayır cayır regl olduğunu bildiğinden Harun'u üstüme titretemedim falan. Harun'la çıkar olmuştum 15 dakikada. Öyle bunaldım ki, kalkıp masadan cep telefonunu alıp Harun'a trip atacak kadar girdim ilişkinin içine, Harun bana kötü davranıyormuş gibi hissetmeye başladım. Benim devasa derdim, O; bana yetiyorken ek hesap açtım dert haneme , ek dert sahibi oldum. Ben Harun'u arayıp çocuk sesiyle konuşmaya yeltenecek gibi oluyordum ki telefonu çaldı. Açmadı. Açmadım. Açmayıştık. İşteşlerimiz git gide çoğalıyor, Harun da olmasa sevgili olacak gibi oluyorduk. Ama Harun aramızda yatan çocuk misali ürememize engel oluyordu.


Çalan telefonun dikkatimi bir kez daha dağıtışıyla ben çevremi düşünmeye başladım. Önce bi "Tüm çevrem çift doldu laaan. Düğün mevsimi de geliyor, ver elini çocuklarla ortaklaşa kullanılan bekarlar masası!" diye duygulanır gibi oldum, sonra bu çevremi düşünme konusuna filtrasyon uygulayıp sadece erkek olan çevremi düşünmeye başladım. Kız arkadaşı olsun olmasın isimleri kafamda sıralıyor, olası bir Harun dövme olayına kim gelir kim gelmez diye takım çıkarıyordum. Emin geldi aklıma sonra. "Eminciğim yarın Harun dövücez, hızımızı alamazsak bir de Tolga dövelim ne dersin" diye çağdaşça bir teklif sunsam hayatta gelmezdi. Ama " Emin la! Ne diycem, bak! Yarın Dikmen'de 8-9 arası Harun dövücez. Adam eksik, var mı sınavın kunavın, gelir döver misin sen de? Bizden sonra dayak atacak yokmuş, o yüzden biz ısınmışken, takım da toplanmışken bi de Tolga dövelim diyoruz canısı, gelirsin he mi?" desem Emin iki eli kanda olsa gelirdi. Emin halı sahayla şarj olan bir arkadaşımdı. Benim bi kutu sigaradan çok daha ucuza adam siktirebileceğim bir çevrem vardı.

(Edit: 1 tur daha devam edeceğim yazıya ilerleyen günlerde. Soundtrack ise Ceviz Ağacı olmasın mı?

19.03.2012

Eksik Şarkı


Nisan 17, 1993. Sabahın 06:30’unda ‘kalk hadi kalk, saat kaç oldu’ diye girdi odaya babam. Bayrağı elden devredeceği gündü, belki benden bile heyecanlıydı. ‘Yıka elini yüzünü de bişeyler yiyip çıkalım’ dediğinde annem kahvaltıyı çoktan hazırlamıştı bile.

Sıkı sıkı giydirdi annem sonra, kat kat. ‘Sabah ayazı’ dedi, ‘dikkat et oğlum, aman fazla yorma kendini, terleyip üşütme’ diye de tembihleyip, tutuşturdu akşamdan hazırladığı köfteleri elime, yolladı arabayı ısıtmaya inen babamın peşinden.

Bizimle gelecek arkadaşlarını almaya gittiğimizde, hiç unutmam, arka koltuğu gösterdi babam, ‘ön koltuk Oktay’ın bugün’. ‘Ooo yavru kartal büyüdü desene Mehmet abi’ deyip saçımı okşadıklarında arka koltuktan, babamın o günkü gururlu bakışını hiç unutmam. 7.5 sene sonunda okulu bitirdiğimde de, sonrasında da bir daha görmedim, göremedim.

‘Yer kalmazmış biraz daha gecikseymişiz’ dedi babam, saat en fazla 08:00 olmuştu arabayı park ederken. Eski meclisin önünde sıraya girdiğimizdeyse, nereden baksan 3-4 kilometre dışındaydık stadın.
Bursa cezalı. Maç Ankara’da. Gündüz maçı hem de, resmen sene ‘93’te Premier Lig kafası. 12:00’yi epey geçmişti stada girdiğimizde. Mahşer yeri sanki, 10 yaşında çocuk daha önce nerde görecekti ki bu kalabalığı? O zamanın bozukluklarıyla aldığımız köpüklere oturduğumuzda, nihayet, Beşiktaş çıktı ısınmaya. Metin’i, Feyyaz’ı, Rıza’yı canlı görmek? Ali sakat o gün, ‘bak’ dedi babam, ‘şu beyazlı işte, el sallayan, gördün mü Ali’yi’.

Bloga selam edercesine bıyıklıydı Erman. Evet, hakem olan. 16:00 olmuş, daha başlamamıştı maç. Santradayken takım, yenmişken köfteler : “Dikkat, dikkat! 8. Cumhurbaşkanımız Turgut Özal saat 14:26 itibariyle hayatını kaybetmiştir. Türk milletinin başı sağ olsun. Bursaspor – Beşiktaş maçı ve diğer lig maçları ileri bir tarihe ertelenmiştir” anonsu yükseldi. “Ankara 19 Mayıs Stadyumu’na gelen taraftarlar, aynı biletlerle erteleme maçını izleyebileceklerdir, lütfen biletleri atmayalım” diye devam eden.. Ulusal yas ilan edildiğinde bayraklar da yarıya iniyormuş meğer, o gün öğrendim..

Mayıs 1, erteleme maçı. Bu kez kendim uyandım. Ne de olsa biliyordum ritüeli. Koşarak yanına gittiğimde üzgündü, perdeyi sıyırıp ‘yağmura bak’ derken babam. ‘Başka sefere artık’. Ankara gri yine, her zamanki gibi. Ama ıslak da bu sefer. Baya hem de..

O başka sefer için, çocuk aklımla tam 399 gün bekledim. Mayıs 22, 1994. Cumhurbaşkanlığı Kupası finali. Beşiktaş – Galatasaray. Süleyman Demirel ölmedi. Feyyaz attı, Sarı Metin attı. Sergen bile attı bıyıkları terlememiş haliyle. Beni ilerde kanser edecek olan sigaraysa Beşiktaş eğer, ilk nefesi işte o gün çektim. Kupa bizim.

İlk formamı da aldım çok geçmeden, Ulus’tan. Babamdan zar zor denklediğim parayla, günlerce yalvardıktan sonra. Forma dediğin dünyanın parası tabi o zamanlar. Çubukluydu, 9 numara. Bırak sırtında ismi, önünde reklam dahi olmayan. Lisanslı ürün, klübe destek falan hepsi hikaye. Kartal Yuvası dediğin kaç senelik yer?
İçine sığamayana kadar giydiğim güzelim forma. İlk göz ağrım. Hayatımda gerçek anlamda bir kızı ilk öptüğümde bile üzerimde olan o forma. Ortaokuldaydım, beden eğitimi dersi. Normalde iki tenefüs öncesinden takım kurmam lazımken kutu kolasına maç için; çakallığa, ‘ne yapar ne ederim de karşı cinsle bağlantıyı kurarım, ekmeği yerim’ çalışmalarına başladığım zamanlar. Fark ettim ki, sonra sonra çok kız öptüm üzerimde formayla..

92-93 Çubuklu Beşiktaş Forması
Hatta bir defasında; Demirbey, Emin, Çağıl, o, bu, hep beraberiz. Piknikti sanırım, ya da o tarz bir şey. Yanımızda sezonluk kız arkadaşlarımız da vardı, maksat hep beraber kaynatmaktı. Gerçi biz (ben ve Demirbey) onları Beşiktaş’ın geleceği sanmıştık transfer ederken, ‘yıllarca hizmet edecekler abisi inşallah bu takıma’ demişliğimiz de vardır ama.. Anlamıştık ne mal olduklarını, ‘yurtdışında oynamak istiyorum ben’ dediklerinde sırayla. Akıllarınca oynadılar da. Hem de Türkiye’ye dönüş yapıp emekli olacakları - şanslılarsa - Konyaspor’a, Şekerspor’a imza atmadan hemen önce. Kimisi de futbolu bırakıp dansçı oldu ya zaten, uzun hikaye..

Neyse, iyi hatırlıyorum, Demirbey de çekmiş formasını, top oynarken çocuklar gibi şendik. Gol attıkça tribündeki sezonluk işçilere öpücük bile gönderdik. Sonrasında nicelerine gönderdiğimiz gibi..

Çokça şeyi sevdim sandım bu güne kadar, ama çok az şeyi gerçekten sevdim. Bazılarını erken, bazılarınıysa geç fark ettim. Kimi zaman önceliklerim başka sansam da, aslında o forma hep ‘oradaydı’. Markası, bedeni, şekli de değişse; üzerinden onlarca yıl da geçse, rengi hep aynıydı, Siyah Beyaz’dı. Giymediğimde bile üzerimdeydi, babamdan emanetti.

Edit: Yazıyı yazan, can dostu güzel insan. Yaşı abimce fakat abi'lerden çekilen zulümden ötürü "Oktay" benim için sadece. Ağzından çıkan kelama katılmadığım azdır. Elimde topla, bir başıma gezindiğim safi toprak bu sahaya gelmesi için özel olarak ricada bulunduğum ilk adam. Bu ricamı kırmayan Büyük Beşiktaşlı yaşça büyük kardeşim. Yazıya sadece fotoğraf ekleme işini ben gerçekleştirdim. Okuduğunuz her satır, kelimesine virgülüne dokunmadan Oktay Bey'e ait. Adetten burada yazının arkasından keyif sigarası misali bir şarkı hediye etmek. Bu yazının şarkısı da 'Yürü Güneşe' olur.

11.03.2012

O'nu Görünce (2012) ...

Rüyamda uçsuz bucaksız bir buğday tarlasında çırılçıplak yürüyorum. Buğdaylar orama burama değiyor. Bu buğdaylar ilerde ekmek olacak, nimet olacak; sikimi taşşağımı değdirmeyeyim diyorum. Baraj kuran oyuncu misali ışık yüzüne hasret yerlerimi elimde tutarak yürüyorum amaçsızca. Yoluma birdenbire ‘O’ çıkıyor. Bu halde burada ne yaptığımı soruyor. Cevabım yok. Başımı öne eğiyorum. Tam bir yalan bulup ona bu engin tarlada ne yaptığımı anlatmak için kafamı kaldırdığım anda buğday tarlası yerine İnönü Stadı’nda dikildiğimi fark ediyorum. O ise çok seksi bir hakem üniforması giymiş. Yüzü bana dönük olan O’nun arkasında kalan futbolcular ‘Allahıma tanga giymiş hafız, bak hele bak!’-‘Tabi oğlum, tanga olmasa bu iki lob ayrı ayrı lıbırdar mı hiç canııım?’şeklinde birbirlerine onun götünü ve tangasını övüyorlar. 

‘Götüne bakıyorlar’ diyorum. 'Ne dedin sen, göt mü dedin?’ diyor ve eli cebine gidiyor. 'Emekli öğretmen gibi göğsünde cebi olan şey mi giydin sen yeah tısısıs!' diye bir dalga girizgahı yapıyorum. Sonradan o trikotaj ürününün bir emekli tişörtü değil, hakem üniforması olduğunu hatırlıyorum ve ele giden cebin beraberinde bir kartla geleceğini idrak ediyorum. Babası dayak atmaya yeltenince babasının eline ayağına koala misali sarılan çocuklar gibi sarılıyorum eline ayağına. Durumu açıklamaya çalışıp ‘Arkana bakıyorlar’ diyorum ama umursamıyor ve cebinden beyaz bir tavşan çıkarıyor. Seksi hakem kıyafeti de o anda yerini Mandrake kostümüne bırakıyor. ‘Bir illüzyon gösterisinin üç aşaması vardır bıyıklı kardeşim: Giriş,gelişme ve prestij’ diyor.Benim ‘Haa The Prestige. İzledim ben onu. Ama filmde o öyle değildi ya, başka bir şey söylüyordu Michael Kaine. Hem kardeşim mi dedin ya? Ne kardeşi! Niye akrabalık, yakınlık katıyorsun, bariz peşindeyim ben senin, deme kardeş deme.’ dememle birlikte sinirleniyor ve sihirbazlar dışında bir de Abraham Lincoln'ün giydiği tarz şapkasından kırmızı kart çıkarıyor. 

Arkamdan bir ses ‘Are you big player?’ diyor bu oyundan atılışım sonrasında. Dönüyorum ve sesin sahibi Erdem i görüyorum. 'Çıkar o formayı hak etmiyorsun pis herif!' diyor. Soyunuk bi adamdan formasını çıkarmasını istemesinin gayet saçma olduğunu Erdem'e anlatıyorum uzun uzun. Pisliğimin de buğday kaynaklı olduğunu, araziden geldiğimi açıklıyorum ve ekliyorum 'Daha sabah ıslak mendille silinip çıktım lan!'. Ama sanki ben hiiç birşey anlatmamışım gibi Erdem aynı yere takılmış kalmış, sorusunu yineliyor: ‘Are you big player?’. 

‘Like a prayer vardı lan bir de.’ diyorum, tesadüf bu ya Erdem de onu dinliyormuş o sırada. Kulaklığının tekini çıkarıp bana veriyor. Kulaklıkta sarı kir var mı diye kontrol edip takıyorum sağ kulağıma. Kulaklığı kontrol etmem yapyakın dostum olan Erdem'i sanırım kırıyor. "Dostuz biz! Beni kulak kirli bi adam olarak mı düşünüyorsun? Haydi diyelim ki kulak kirliyim, neden kulak kirimden tiksiniyorsun? Biz birbirimize ana bacı sövecek kadar samimi değil miydik Demirbeyim" der gibi bakıyor. Ben de "Ya reflekssel kuflekssel"   diye ayıbımı örtmeye, unutturmaya çalışır gibi bakıyorum. Tartışmayı, gönül koymayı olaysız bitiriyoruz. Madonna’yı övüyoruz bir süre. Ben Madonna'ya olan ilgimi belirtiyor, ayrık olan ön dişlerini porselen yaptırıp birleştirdiği takdirde kendisine olan aşkımı bitireceğimi beyan ediyorum. Dünya üzerindeki her türlü şeyden Madonna'nın bana varması karşılığında vazgeçebileceğimi söylüyorum ve ekliyorum 'O' hariç. Erdem ise Madonna’nın götüne methiyeler düzüyor ‘Senin götünden bin kat daha güzel lan onun götü!’ diyor. Siktiri çekiyorum,  'Benim götü nerde gördün de konuşuyorsun?'

Çırçıplak olduğumu hatırlatıyor. Unutmuşum ben. Yine edep yerimi örtüyorum ama bu sefer nimetle alakalı bir mevzuu yok ortada, tamamen utançtan. Erdem’den sırtındaki –her Beşiktaşlıda mutlaka bir tane olan- çubuklu Rosenborg formasını ödünç istiyorum. Formayı hak etmediğimi söylüyor. 'Lan ben Beşiktaş formasını hak etmiyorum, versene şu Rosenborg formanı’ diyorum. Bu sefer de o siktir çekiyor ve elini cebine atmaya kalkıyor. Sonra aniden duruyor, ‘Ellerim ıslak be hoju cebimden bir selpak veriversene’ şeklinde bir ricada bulunuyor. Önce kağıt mendile 'Selpak' demenin, tüm kadın pedlerine 'Orkid' demenin ilginçliğini, psikolojisini tartışmaya açıyorum. Sonra Erdem lafımı bölerek 'Ellerim...' diyor '...ıslaklar!' . Bu kadar aceleci ve ısrarcı oluşuyla Erdem Bey kendini ele veriyor ve bunun yıllardır süregelen bir lise şakası olduğunu hatırlıyorum,bilincim yerinde fakat nedenini bilmediğim bir şekilde elimi cebine daldırıyorum. Vira bismillah!

Erdem’in cebinden ‘O’ çıkıyor. Biraz önce bir yanlışlık yaptığını belirtip kırmızı kartını geri aldığını söylüyor ve yeşil kart gösteriyor bana. Bu kartla maça geri dönme hakkı kazanmakla kalmayacağımı aynı zamanda Amerika’ya giriş biletimin bu kart olduğunu açıklıyor. 'Sen?' diyorum 'Hangi kartı istersin benden?'. Telefonunu gösterip 'Gitmem lazım, anlarsın ya gönül işleri.' diyor ve tek göz kıps diye göz kırparak uzaklaşıyor. Sesim titriyor ama konuşmazsam sesim sadece içime titrer diye düşünüp konuşmuyorum.

Oyuna dönüyorum, İnönü Stadı’na. Çırılçıplağım hala ve ellerimle edep yerlerimi kapatıyorum yine. Yanımda Beşiktaş formalı birkaç insan daha benimle aynı şekilde edep yerlerini avuçlamış halde dikiliyorlar. ‘Başkan ne iş, hadi ben çıplağım da siz malınızı kimden sakınıyorsunuz?’ diyorum. Baraj kurmakta olduklarını söylüyor içlerinden birisi ve ekliyor ‘Gelmiş geçmiş en iyi duran top ustası vuracak. Mermi kıvamında şutları vardır.’

Kim ulan Beşiktaşkıma frikikten gol atacağını düşünen denyo diye bakışlarımı dokuz metre on beş santim uzağa çeviriyorum. Jose Mourinho yönetimindeki Inter’in değişmez sol beki İbrahim Üzülmez topun başında. Nedendir bilinmez Beşiktaştayken sadece sol görüşüm kaynaklı, emeğine saygımdan salladığım İbrahim Üzülmez sahada gözümde büyüyor. Korkuyorum. Tipinden, bakışından, konuşmasından, üstünden, başından, herşeyinden korkuyorum. İbrahim Üzülmez topa doğru gelirken ben gözlerimi kapatıyorum. Tırsaki bir ‘GOOOLL’ sesi çıkıyor deniz tarafındaki kaleden. Deplasman tribününün olduğu yerden... O da gitti, Beşiktaş da gol yedi. Açmasam olur gözlerimi artık ama açıyorum yine de. Dünya çokzel yer olunca insan başka takıma başka kadına bakmasa da taşa toprağa bakmak için açıyor gözlerini.

Yine o buğday tarlasındayım. Yine çırılçıplağım. Biri omzuma dürt bazında dokunuyor. Kafamı çeviriyorum İbrahim Üzülmez’i görüyorum bu sefer. Odamda posteri bulunan tek Beşiktaşlı İbrahim Üzülmez. Sarılmak istiyorum, emekleri için teşekkür mahiyetinde. Ama maalesef o da çırılçıplak. Çıplak erkek etine dokunamıyorum. İbrahim ise başka kafada. ‘Dünyanın en iyi sol beki oldum ben!’ diyor. ‘Aferin!’ diyorum ‘Peki are you big player?’ . ‘Sure!’ diyor İbo kendinden emin bir şekilde. ‘İkinci defa aferin İbocum yabancı dil de yapmışsın ama şu edep yerlerini ört allasen. Buğdaylara değiyor,ilerde çoluk çocuk ekmek diye yiyecek bunları.’ şeklinde sitem ediyorum. ‘Ama beş saniye kuralı?' diyor İbo. 'İbocum 15 dakikadır hususi aynı başakla kaşıyorsun apışlarını, yüzün eblekleşti rahatladın kaşına kaşına.Ben görmüyor muyum sanıyorsun, yapma. Çocuk olma.' diyorum. İbrahim çok hazır cevapmış. 'Ama onlar da çıplak!’ diyor. ‘Onlar’dan kastının ne olduğunu soruyorum. O’nu, Erdem’i ve Michael Kaine’i gösteriyor. Onlar da bizim gibi çıplaklar.

Michael Kaine O’nun öpülesi omzuna işaret parmağıyla saydıra saydıra bir şeyler söylüyor. Azarladığını anlıyorum uzaktan, koşa koşa yanına varıyorum yaşlı Michael’ın. Dizimle vura vura mosmor ediyorum tüm vücudunu. İbrahim’le Erdem korkarak bizi izliyorlar, onlara dönüp ‘ O’na laf söyleyeni böyle yaparım ona göre akıllı olun lan!’ diye çemkiriyorum.
-Benim için döğüşe girdin. Sen beni mi seviyordun bunca zamandır. Ben bilmiyordum.
 diyor.

Hissiyatımı iyi gizlemiş olmak hoşuma gidiyor, sorusuna cevap vermeden Bruce Willis tadında gülümsüyorum.

-Ben seni... Ben seni bilmiyorum.
diyor.

-Ben kurduğun cümlelerdeki öznelere takardım, o özneleri kıskanırdım hep. Bu sefer yükleminle dövdün beni.
 diyorum.

Göbek deliğimden bi sigara çıkarıyorum, göğsümde yakıp içmeye başlıyorum. Erdem ve İbo bizi korkuyla izliyor. Yüklem ne kadar kalbimi burarsa bursun koruma kollama ve hatta kıskanma  kısmından kolay vazgeçemiyorum ve O’na dönüp edep yerlerini aynı bizim gibi örtmesini söylüyorum , fakat o anda fark ediyorum ki hepimizin edep yerleri ortadan gitmiş, yerini dirsek derisine benzer bir deriye bırakmış. Seviniyorum bu duruma. O, ben, Erdem ve İbrahim Üzülmez el ele tutuşup dirsekvari derimizi buğdaylar arasında gezdiriyoruz. O'na hissettirmeden İbrahim ile Erdem'e 'Ben ne konuştuk, ne oldu anlamadım.' diyorum. Sol bileğimden tutup onu ağzıma götürüyorlar. Öpüyorum bileğimdeki yazıyı. 

Mutlu gibiyiz.
Değil gibiyiz…

(Yazının soundtrack'ini unutmuşum. Nickiyokonun'a teşekkür ederim. Şarkının fon müziği de Foo Fighters'dan My Hero olsun)

2.03.2012

Mazideki Siz

Doğum gününden daha güzel birşey varsa o da doğum gününden bir önceki gündür. Yerküredeki tüm hediyeleri senin olarak hayal edebilir, duymayı istediğin kutlama cümlelerini sanki yarın gelecekmişçesine kendine mırıldanabilirsin. Doğum günüyse hayal kırıklığıdır. Aman neyse.

Adet olduğu üzere yine bir doğum günümde daha, fuzulî bir yazı yazma maksatlı klavyenin başına geçmiş bulunmaktayım. Doğum günümden önceki güne verdiğim öneme paralel olarak bugün saçlarımı güzelce taradım, içinde kendimi mutlu hissettiğim kıyafetlerimi giydim ve işe geldim.

Aslında yazasım yok da adet olmuş, 3 senedir ritüel olmuş diye yazıyorum. Şimdilik aklımda fikrimde "Annen ve Ben" serisini devam ettirmek var zaten. Sadece şöyle bir iç dökmek gerekirse:
Haşmet..

İki sene önce evin çalan kapısını açanda karşımda beliren beyaz kremalı, üstü jelibon ayıcıklardan süslenmiş gözükse de aslında ana malzemesi arkadaşlık, süslemesi de kardeşlik olan pastanın verdiği mutluluğu arıyorum ilk defa. Her sene barda, cafede doğum günü kutlaması yapan, yaptığı kutlamanın orta yerinde masaya doğru, garson tarafından meşaleli (Kelimeyi bulamadım lan o yanan kıvılcımlı şey neydi pastada) şekilde getirilen pastaya sanki hiç haberi yokmuşçasına, hiç beklemiyormuşçasına sevinen, şaşıranlar gibi değildi o pastanın üzerimde yarattığı etki sonucu halet-i ruhiyem. Ömrü hayatımda getirilen ilk pastaydı ve gerçekten hiç mi hiç beklemiyordum, zira akşam bir yere gideriz deniliyordu. O samimiyetsiz pasta da orada gelir, ben de 'Aaa inanmıyoruuum!' diye şaşırımsalca sevinirim, ya da sevinimselce şaşırırım diye planlıyordum. İki adam ve bu iki adamın kız arkadaşları oturmuş elleriyle bana pasta yapmış, süslemişler. Ağzımı açıp tek laf edememiştim. Bıyıklı adamın sesi titriyordu.

Bu doğum günümde burada yol arkadaşım olan Şeyma'dan da yoksunum. Bu akşam Ankara'ya gidiyormuş demin aradı da, oradan da İzmir'e geçecekmiş, 1 hafta yok. Teyzem de sabah Ankara'ya yola çıkıyor. Ankaradakilerin okulu var gelemezler. İçip içip 'Ben seni çok seviyorum arkadaş olarak ya, çok!' diye kime bağıracağım bilmiyorum.

Biraz da güzelliklerden bahsedeyim. "Annen ve Ben" yazıyorum mis gibi. Yaşa yaz, oooh basit. Hem gülüyorum, hem de ince ince içimi dökme fırsatı bulmuş oluyorum, rahatlıyorum. Sonra, kızkardeşim bana hediye göndermiş. Şirkete geldi bu sabah, giymelik kıyafet almış, çosevindim. Sonra bir de bugün baya baya içicem. Kendime en güzel sigaralardan, en güzel biralardan tekilalardan ısmarlıycam. Ve son olarak da yarın bi doğum günü mesajı alıcam iyi kötü bakmalık.

Ne olursa olsun siyah beyazlılarda yüzler gülüyor. Takım arkadaşları antrenman sonrası Demirbey'e pasta getirip üzerindeki mumları üfletmeseler de. İmkanları olduğunda üfletmişlerdi, imkanları olsa yine üfletirlerdi.
Hiç ummadık anda Beşiktaş'la ilgili sevgi dolu tweetler atan Guti'ye selam olsun





Edit: Yazının fonunda çalan şarkı da: Nouvelle Vague'den Bizarre Love Triangle


26.02.2012

Annen ve Ben - 1

Canım oğlum. Benim için gayet önemli olan bu blog'un 149. yazısını sana yazıyorum. Okumayı söktüğünde okursun diyeceğim ama 6-7 yaşında çocuğun eline bu duygusal öğeler barındıran kağıdı verip de mala bağlamasını, hiçbir şey anlamadan hece hece, bir çırpıda okunacak cümlelerimi 26,5 dakikada okumasını izlemek istemiyorum. Sinirlenip annene küfredebilirim ve annenle aramızda çıkmasından hiç haz almayacağım kavgalar vuku bulabilir (Anlatmıştır annen kavga gürültüden hiç haz almıyorum). Ergenken de bu kağıdı okuyamayacaksın, zira o dönemde de ya vücut çıkıntılarınla uğraşıyor olacaksın ya da beni-anneni beğenmeyeceksin. Bu nedenle tüm bunları, benim bu yazıyı yazdığım yaşta: 25 yaşında okuyorsun. Belki öldüğüme sevinir, belki de 'Babam da kral adammış hea' der, üzülürsün erken öldüğüme.

Aslan oğlum. Bugünlerde seni karnında taşıyacak, sana bilimum güzellik genlerini, güzel huyları aktaracak insanı arıyorum. Yaklaşıyorum aslında çoğu zaman. Ama fazla yaklaştığımda döllemekten vazgeçiyorum bulduğumu. Maymun iştahlısın deme gücenirim. Ben ne yapıyorsam senin için yapıyorum. Aklımın über über çalıştığı söylenemez, 7 senedir üniversiteyi bitiremedim. Güzellik geni desen, o da bir Kıvanç'la kıyaslayınca ihmal edilebilecek kadar az. Görmüşsündür fotoğraflarda... Sırf sen tüm lise ve üniversite hayatın boyunca 'Demir gelmiyorsa gitmeyelim yeaa', 'Demir'in hoşlandığı biri var mı biliyor musun?', 'Demir bu işi on numara yapar.', 'Demir! Bu akşam ben dahil totalde 6 kız arkadaşımla pijama partisi yapıcaz, gelip sırayla dibimizi döver misin?' cümlelerinin odağına yerleş diye ben burada güzel kadınların etrafında maymun oluyorum.

Kaplan oğlum. Ben görür müyüm görmez miyim bilmiyorum. Seni yapıcam, onu kafaya taktım ama işte devamı... Her neyse eğer sen bu yazıyı okuma şerefine nail olmuşsan, az önce de söylediğim gibi yaşın 25tir. Yaşıyor olman güzel, zira 0-4 yaş arasını sarışın, kıvırcık, beyaz tenli, suya bakınca mavi gözlü olarak geçirir de sonradan deri, göz, saç rengini veya saç şeklini değiştirirsen ben sana ağız burun girip seni komaya sokmayı, elimden gelirse öldürmeyi düşünüyorum. Bunu, elinde olmayan bir değişime karşı babanın verdiği bir ceza olarak görme. Bu senin iyiliğin için. Ben yaşadım bilirim evlat. Ben de kıvırcıktım ve bir Almandan ayırt edilemeyecek kadar ultramega sarışındım. Tenim desen: Pamuk Prenses'tim mübarek. Günler günleri, aylar ayları, işte sonracığıma yıllar da yılları kovaladı ve ben koyuldum. Böyle kumral gibi oldum, tenim az buğdaya çekti. Ama maalesef deden bendeki değişimi farkedemedi ve beni vurmadı, öldürmedi. Kafasına dank ettiğinde, fark ettiğinde iş işten geçmişti. Deden karıncayı bile incitemez zaten. O fark ettiği günden ben ölene dek tiksintisi devam etti bana karşı.

Puma evladım! Bu yazıyı kaleme aldığım 2012 yılının Şubat ayında sana diyebilirim ki; ne zaman gidip de açılırım, nazı niyazı ne kadar sürer, beni ne kadar peşinden koşturur, adını ne zaman koyarız, ne zaman nikaha gün alırız, ne zaman seni yapma çalışmalarına başlarız bilmiyorum ama annende karar kıldım. 'Vereceğin kararı sikeyim. Kendi kendine gelin güvey oluyorsun. Ben de oturmuş dinliyorum, heyallaaam.' deme, alınırım, yan dönerim mezarımda. Kovabileceği her yerden kovsa, reddedebileceği her türde reddetse elimdeki (daha önce kimselere uygulamadığım) planı uygularım, yine kaparım kızı. Tarık Akan yanılıyor olamaz...
Nasıl plan ama!
Oğlum, eş dost ortamında anlatıyorum: "Sırf büyüklerimden, müdürlerimden maaş zammı isteme maksatlı çocuğum olsun istiyorum." diyorum.  "Şimdi çocuğum olsaydı bölümün önünde intihar şov yapar, evladımın boğazına pıçaa dayar, alırdım diplomamı." diyorum. Bu sırf insanlar gülsün diye söylediğim, kesinlikle inanmadan ağzımdan çıkardığım bir yalan. Sırf annenin dikkatini çekebileyim, annen gülsün de sevsin beni diye eşeliyorum mevzuyu. Ben diyorum sana karıncayı incitemem, kalkıp boğazına Bursa Çelik pıçaa mı dayayacağım? Sırf ben sana pıçak vurmayayım diye gökten koyun inmiş. Sana, evladıma din kültürü ve ahlak bilgisi dersini de verdiğime göre iyi kötü bi 10-15 sevap points de kazandım şimdi sanırım.

Canım oğlum, annen çok güzel bi kadın ve çok da akıllı. Beni tanımadan kendini döllettireceğe de benzemiyor. Tanısa o da sevecek ve izin verecek senin yapımına başlamama. Senin için bunca uğraşıyorum, bunca geceli gündüzlü Tarık Akan planları yapıyorum. Eşek değilsen bu yazı bitende kalkar gelir mezarı bi sular, bi çiçek miçek getirirsin. Hangi çiçeği seviyorsun diye sorarsan dolmalık biber de getirsen atsan başucuma farketmez derim. Çiçekten hiç anlamıyorum be oğlum. Bal dök lan ya da. Çiçeğin en güzel yeri, işlemden de geçmiş hem. Umarım bu günlerde olduğu gibi kampanya vardır balla ilgili. Mesela şimdi reklamı var da arkada, bir kavanoz bal alana 4 kavanoz bal ve kuvvet arttırıcıyı hediye ediyorlar. Allahını seviyorsan üzerime bal dök. Ama yalama. Tiksinirim.


Sana yazmaya devam edeceğim. Yapsan iyi olacakları, yapmasan iyi olacakları bi kenara not edip duruyorum aklıma geldikçe. O yazıyı çok yakında toparlayacağım, ama kaç yaşında açmanı isterim. Çoktan okumuş musundur, okumamış mısındır bilmiyorum. Ama bu sana ilk seslenişim değil, son seslenişim de olmayacak. Bıyıklarından okşuyorum. Kendine iyi bak.

Fonda ne mi çalıyor evlat* (*Rıza Babaya selam olsun) : Noir&Haze - Around

7.02.2012

Allahını Seven Üstüme Pharmaton Atsın



Uzaktan gören, hararetli tavırlarını fark eden biri de 'Kız dünyanın sırrını çözmüş, şu bıyıklıyla payaşıyor ilk heralde.' diye düşünürdü. Ve eklerdi 'Ulan kız dünyanın sırrını söylüyor adama, adamın sikinde değil heralde. Baksana, memesine falan bakıyor denyo.' . Kusura bakma ey okur ama karşımdakinin cinsiyeti ne olursa olsun aldığı veya alamadığı bir trikotaj ürünüyle derdime dert katamam, yahut sevincimi katlayamam. Nötr kalırım kendisine ve trikoyla olan ilişkisine. O markalı kıyafetlerin altındaki narin bedeni düşünürüm daha ziyade. "Bu bembeyaz ten üşümesin diye bu kızcağız Mango'ya gidiyor olmalı." derim, "O mini mini, hem de serçe parmağında güzelce tırnağı olan (Çirkin kızların ayak serçe parmak tırnağı yoktur, ya da ihmal edilmesinde sakınca olmayacak kadar küçük buruşuk, gömük tırnak vardır) ayakları ıslanmasın diye dünya para da olsa ayakkap alıyor bu." derim.

Yaklaşık 45 dakikadır adeta moda üzerine ders alıyordum. Sanki akşamına uçakla Milano moda haftasına gidecektik. Ve ben de bir sonraki gün konserine gideceği grubun şarkılarını bir gün öncesinden ezberlemeye çalışan genç, yeni üniversite kazanmış kız gibi; sanki o gideceğimiz yerde rezil olmayayım, önümden etek geçtiğinde 'Aaa pazen!', pantolon geçtiğinde 'Vay pileli!' diye bilgi birikimimi ortalığa dökebilecek cümleler kurabileyim diye etek dinliyordum, vintıç dinliyordum. Konu iç çamaşırına gelse, oradan jartiyere zilli-dilli donlara bağlar rotayı rahatça sekse çevirirdim. Ama henüz kabandaydık. Sabah 6 da işe gitmek için servise binen bir adam gece 11'de hala kabandaysa olmaz o iş. Olmasa daha iyi...

Sıkılmıştım. Bir yandan cibiş cibiş, albeniden, etkileyici bakıştan nasibini almamış gözlerimi onun gözlerinden ayırmayarak onu dinlediğimi, onun anlattıklarını ne kadar da önemsediğime inanmasını sağlamaya çalışıyor; diğer taraftan hatırımdan çıkmış olan bir adab-ı muaşeret kuralını yeniden hatırlayabilmek adına 'Üzeri çok delikli olan mı tuzduuu? Yoksa üzeri tek delikli olan mı tuzdu?' soruma cevap bulabilmek adına; masa altında, sağ elimde tuttuğum çok delikli hazneden, yalamış olduğum işaret parmağıma muhteviyatını döküyordum. Parmağıma ne miktarda döküldüğünü bilmediğim muhteviyatı, gözlerimi gözlerinden ayırmadan, ani bir hareketle parmağımı ağzıma sokmak suretiyle yedim. Hapşurdum, hapşururken sümüğüm balon olup söndü. Öksürdüm, çok öksürdüm. 4 saniye içinde bir insan ne kadar rezil olabilirse o kadar rezil oldum. Herşey bitti, olayı 'Sümükten balon'un rezilliğiyle atlattım diyordum, fakat insan bıyıklı olmaya görsün... Şirkette yemek yerken bile 5-6 peçete harcıyorum canım fırça bıyıklarımda benden habersiz yemek bulaşısı kalmasın diye. Ama işte o hapşurma, o sümükten balon bıyığımda da tortuyu bırakmışmış. İlk defa etek dememişti, ilk defa bıleyzır dememişti (Bıleyzır Bülbül (RIP) ), ilk defa kendi maddesel kaygıları dışında bir cümle kuruyordu, ilk defa yalandan değil, cidden bana sesleniyordu:  'Bıyığında sümük kaldı.'
 
3 delikli olanı karabibermiş.


O cümlenin noktası konanda benim içimden bir ben daha çıktı geçti oturdu yanıma. Benim bıyıksızımdı. Benim daha arsızımdı. Bıyıksız olduğu için kendisinden tiksindim. Ağzına bak ağzına, o yamuk dişlerine bak allasen. 'Sigigit bıyık bırak gel!' diyesim geldi yüzüne yüzüne. Ama diğer yandan da arsızdı. Benim gibi biriktirip biriktirip eve koşan, evde bir Soner Arıca klibi tadında, bir Burhan Çaçan klibi tadında üzülen, sinirlenen, isyan eden bir adam değildi. Karşısındakinin ağzına sıçmak istiyorsa güzel dilimizin uygun bir kipiyle cümlesini kuruyor, 'Senin ağzına sıçayım!' diyerek isteğini şeffafça muhatabına iletiyordu. Birine mi aşık oldu? Gidip 'Seviyorum ama kimi, en tatlı birisini...' şeklindeki manisiyle ilan-ı aşkın en naifinden kesitler sunuyordu. Çok özendim pice. Picin netliğine... Daha benden peydah olup oturmaya başlayalı 10 dakika olmadan 4 kadına aşık oldu, nabız yokladı, laf attı, açıldı. "Napıyorsun lan! 10 dakikada 4 kişiye mi aşık olunur?" dedim. 'Ama güzel kadın görende dayanamıyorum.' dedi. O an anladım ki aynı bendi bu adam, içi aynı bendi. Bıyığı, cesareti vs bunlar içinin dışa vuruş şekilleriydi. Bu adamın içi belli dışı beşyüzelliydi adeta.

'Bolero...' dedi '... sence de bir üretim hatasıyla üretilen bir malın; yeni bulunmuş, üzerinde kafa patlatılmış, tavşan gibi gözlere sahip mucidi bu 'Bolero' yu icad edene dek 13 numara gözlük sahibi olmuş gibi pazarlanması değil de nedir?' dedi. İşaret parmağımı dudaklarıma götürüp sus işaretini çaktım, ama sertçe değil, nazikçe, rica ederce. 'Yapma gözünü seveyim, 1,5 saattir yaktım kafayı Mango'yla, seri sonu indirimiyle bir de sen devam ettirme.' dedim. Latife ettiğini belirtti de rahatladım.

'O zaman gel pop müzik piyasasında önlenemez bir çıkış yakalayan, müziğin asi çocuğu, en asil duyguların şarkıcısı, genç yetenek Halil Sezai'yi tartışalım.' dedi. Halil Sezai dinlememiştim ama 'İsyeaaan'ı biliyordum. Hatta koskoca Patrona Halil İsyanı artık aklıma Patrona Halil Sezai İsyeaaanı olarak yerleşmişti. Bunları benden peydah olana da söyledim. Vereyim kulaklığın tekini diyerek Maltepe Pazarı'ndan aldığına adım gibi emin olduğum kulaklığın tekini verir gibi yaptı. Sonra kulaklığa uzanan elime vurup sinirli gibi değil gibi konuştu:  'Sikerim Halil'i ayrı Sezai'yi ayrı. Napıcaz çöpoğluçöpü dinleyip?'

Adam işeyemiyor beyler!

Benden peydah olana bıyığımı verip sahneyi tamamen ona bırakmak istedim.



Edit: Arctic Monkeys - Fluorescent Adolescent i dinlerken düşünüldü yazıldı. Dünya tatlısı şarkı da klibi de alttaki linkte.