"Yalan yok. Sırf üşengeçlikten ayrılmayalım istiyorum. 25 yılın üzerine bir de Beşiktaşlı olmanın yıpranma payını koyunca fazlasıyla yorgunum. Tamam, dillere destan bir ilişki değil elimizdeki ama senin kaşın da, kolların da dillere destan değil sonuçta. Yahu o kadar safız ki. Bacağından kıl çıktığını bildiğimiz canlılar, bacaklarını jiletleyip onun üzerine incecik çorap giyince o kıl mevzuunu unutuyor, kanı bel altına pompalamaya başlıyoruz. Kışın üşenip dizden yukarısını kivi misali tüylü tutmanız konusunda takılı kalmak istemiyorum. Konumuz farklı, konumuz önemli. Kaşını, kolunu alan, gözlerine kalem çeken, dudaklarını, tırnaklarını, saçlarını boyayan kız kalkmış 'Bizden olmadı.' diyor. Vaktiyle senden de olmamış, ama uğraşıp düzeltmişsin, kendini olur kılmışsın. Ben yedim mesela. Vay demiştim, ne güzel kız demiştim. Tarihinde, ısrar ederek oldurmak işini başarmış biri neden ilişkide ısrarcı olmaktan kaçıyor, neden oldurmaktan kaçıyordu. Neden kaçıyorsun belalım? Yaban çiçeğim!
'Herşey düzelecek.' diyeceğim. Ben bile söylediğime inanmazken senin bana inanmanı bekleyeceğim. Zira ben neyin yanlış olduğunu ve dolayısıyla düzeltilmesi gereken şeyin ne olduğunu bilmiyorum. Hastasının şikayetlerini dinlemeden göğüs kafesinden hastanın içini açıp bakan, fanlarına elektrikli süpürge tutan doktor olur mu? Olmaz tabi. Sen bigüne bigün gelip bana dedin mi şikayetini? Demedin. E ben de senin suratın asıldıkça açıyorum ilişkinin içini üfleyip, kasasına vurup kapatıyorum. Verdiğim emeğe üzülüyorum yeminle. Şimdi hemen üste çıkarsın 'Ben emek vermedim mi?' diye. Bir sakin ol şampiyon. Neyi gerçek neyi mecazi anlamda anlaman gerektiğini hep karıştırıyorsun. Aslında hep sinema ve şiir yüzünden. Filmlerde gördükleri, şiirlerde okudukları gibi ilişki arıyor artık kadınlar. Yoksa şapşahane ilişkimiz vardı. Kalkıp sana olan hissiyatımı dizeler halinde anlatmamı bekliyorsun eminim. Bense anlamsız, cibiş gözlerimle anlamlı gibi bakmaya çalışarak içimden taşan duygu selini anlamanı bekliyorum. Şu son cümleyi kurduktan sonra Osmanlı'da sanatın neden engellendiğini anlamış oldum. Benim gibi sevda acısından dili yanan civanmert delikanlılar şiir yazana sopa çekmişler belli. 19. yüzyıl dük ve düşeslerinin post modern hali olmaktan, onlar kır yürüyüşlerine çıkarken bizim AVM gezilerinde bitap düşmemizden ben de sıkılıyorum ama işinden gücünden vakit ayırıp da bakir topraklara seni götürmeme engel olan da yine sensin beybileydim. Aylarca peşinden koştuğum, uğrunda bira ve sigara firmalarını zengin ettiğim, bağlı olduğum GSM şirketini kalkındırdığım ilişki izdivaçla sonuçlanmayacaksa yer küredeki tüm ilişkiler yansın bitsin kül olsun. Sinirlenince çok pis oluyorum bilirsin. O yüzden bundan sonra bir gazetenin üçüncü sayfasında hunharca öldürülen bir genç çiftin haberini görürsen üşenme de haberin içeriğine bak beybim. Adımı görürsün. Haberin fotoğrafına bak. Şirket kimliğimdeki CHP kadın kolları saçlı halimi görürsün. Bir gazete küpüründen aşkımızın tekrar canlanmasını beklemem tabi ama özlem gideririz en azından.
Saç uzatırken yaşanan geçiş döneminde CHP Kadın Kolu saçı kaçınılmazdır.
Havadan, bir barda bir kafede, hadi daha da çirkinleştireyim bir arkadaşlık sitesinde tanışıp da alel acele sevgili olsak anlarım. Ha birbirimizi tanımadan sevgili olduk, götünü elledim, çay içirdim; baktı şimdi tanıyınca karşısındaki adam baya dümdüz adam hemen bıraktı ceylanım, o da haklı derim. Ama ben senin ne olduğunu bildiğim kadar, sen de benim ne olduğumu biliyordun. Boyum atmadı, tipim şeklim değişmedi, zevklerim değişmedi, huyum değişmedi.
Ha diğer taraftan sen hep değişiyorsun. Regl mi oldun, su torbası diye geziyosun, karnın ağrıyormuş. Ulu orta söylüyorsun sıcak su torbası diye cümle alem anlıyor cayır cayır regl olduğunu yapma gözünü seveyim. Ha ne diyordum. Regl olursun hissiyatın değişir, arkadaşın üzülür hissiyatın değişir 'Hocam Tuba'nın amına koymuşlar, tuvalete götürüp bi yüzünü yıkayalım mı?' diyen kızlardan farkın kalmaz, elin derdiyle dertlenirsin. Sırf manevi bazda değil, ek olarak madden de sürekli farklı renkte boyuyorsun boyayabildiğin şeyleri: Saçını, tırnağını, dudağını, gözünü, yanağını. Ben seni 'Nar paketi' yerine koyup, aa kızcağızı kırmızı görüp sevdik içinden sarı da çıkıyor mavi de çıkıyor düşüncesiyle daha bi severken ne değişti de bizden olmuyor." şeklinde hakkımı aramak için kalın dudaklarımı araladım. Masaya damlayan çikolata sosunu parmağımla toplayıp aralanmış dudaklarımın arasında ifii ifiii diye salınan dilime koydum. Dudaklarımı kapattım. Demeyi düşündüğümü adetim olduğu üzere bir daha düşündüm. Negzel şeyler düşünmüşüm diyip gülümsedim. Ama bitmek üzere olan bir ilişkinin arefesinde olduğumdan ötürü gülümsememi hemen acı acı gülümsemeye çevirdim. Adını söyledim. Telefonuna bakıyordu. Tepki vermedi. Telefonun yanından kafamı çıkararak şirin gibi, aslında daha doğrusu onursuz bir yavşak gibi bir daha adını söyledim. Telefon ekranında onu çeken birşey vardı. Onu çeken her neyse beni de beraberinde çekmiyor. Adeta 'Sen gelme ulan ayı.' muamelesi ile fersah fersah öteye itiyordu. Üç üç üç olsun, çıkarması güç olsun deyiminin ardına sığınıp üçüncü ve son kez adını söyledim. O canım gözler radyasyon saçan, kanserojen etkili, yaratıcılığı öldüren, beyni sulandıran, insanı kısır yapan ekrandan ayrılıp da gözlerime uğramadı. Onca kurup kurguladığım konuşmayı da gerisin geri ittim küçük dilimden beriye. Bir on dakika sesimi çıkarmadan bıyıklarımla oynayarak dik dik ona baktım. Aynı dik dik'likte telefonun ekranına bakan O'na. Sonunda rahatsız olup kafasını kaldırdı. Sinirli bir halde 'NEEEE!?!?' diye bağırdı.
'En büyük Beşiktaş.' diyebildim.
---------------
"Beşiktaş
benim için bir istisna. Her insanın zayıf bir yanı vardır hayatta.
Beşiktaş aşk gibi bir şey. Orada nedensiz, sadece sonuçları kabul etme
üzerine bir durum var. Pek çok şey öyledir hayatta. Sonuçlarını bilir,
ama neden olduğunu bilemeyiz. Yaşam, ölüm, aşk, bunların sadece sonucunu
yaşarız. Hiç tanımadığın bir insana tüm benliğini bile verebilirsin. Mantıklı mı diye soramazsın. Beşiktaş da öyle bir şey"
Zeki Demirkubuz
Kapalı'dan Zeki Abi.
(Edit: Bu yazı vasıtasıyla Dubai Uluslararası Film Festivali'nde en iyi film ödülünü alan ve sahneye FEDA tişörtüyle çıkan Zeki Demirkubuz'u kutluyorum. Şarkının soundtrack'i de:
Öncelikle şunu söyleyeyim: Tüm yazı boyunca içten içe aşağıdaki arkadaşın serzenişiyle nokta koydum cümlelerime. O yüzden önce bi aşağıdaki linki izleyiverin (4 sn) sonra yazıya geçin. Güldürü vaad etmediğim bir yazı! (Bu uyarıyı da yapayım ki sonra vay efenim ben gülmedim, vay benim erkek arkadaşım çok gülmedi çok üzüldüm gibi falan olmasın)
Sevgi neydi? Sevgi emekti. Okul neydi? Neden okuduk? Neden şirketlerde işe girmeye çalıştık. Ve girdik şimdi ne yapıyoruz. Sadece mensubu olduğum gıda sektörü için yazmadım aşağıdaki yazıyı. Ve yine sadece özel sektör hedefli yazmadım bu yazıyı. Hepimiz çalıştık, çalışıyoruz, çalışmasak dahi çalışanları izliyor, şikayetlerini memnuniyetlerini iyi kötü biliyoruz. Bu yazıda Kapitalist düzene fazla girmeden şöyle uzaktan bi selam edip çıktım, daha çok yancı dediğimiz, yalaka dediğimiz çalışanlarla ilgili nefretimi döktüm. Umarım siz onlardan biri değilsinizdir..
Ta okul sıralarında baş gösteriyor bu hastalık. Hak etmediklerini ağlaya sızlaya, hoca kapısında vakit geçire geçire elde etmeyi alışkanlık haline getiriyor, millet dersi geçmenin derdindeyken bu kişiler notlarını bir not yukarı taşıma niyetinde oluyorlar. İşte o dil, göt yalamaya bir alıştı mı ömrünün sonuna dek yürüdüğü her yolda yalayacak göt arıyor.
Müdürün seni azarlıyor, cevap veremiyorsun. Yüzüne tükürüyor, çok şükür diyorsun. İnsansın neticede, körelmemiş hislerin henüz. Tuvalete koşup sinirinden ağlıyorsun. Sinirin geçip de tuvaletten çıktıktan sonra sen duruyor musun peki? Ne duracaksın be! Titri senden daha düşük olan birinden alıyorsun hıncını. İt ite it kuyruğuna. O kadar alışmışsın ki içinde bulunduğun pisliğe, bir insanın bir insana bağırabilmesi sana normal geliyor.
Sırf bir başkası kazanç sağlasın diye hakettiğinin çok çok altında bir ücret karşılığında o kişinin işini yapsan sana enayi derler değil mi? E haklı da olurlar. Ama şimdi bu durumu 'Özel sektör', 'Kariyer', 'Basamak basamak yükselme.' diye tanımlayınca sen bi unutuyorsun ne bokların içinde yüzdüğünü. Aklın uçuyor. Hak ettiğin şeyler geliyor aklına ara ara, bi sinirleniyorsun. Sonra yirmi yıl sonrasını düşünüyorsun. Bir yirmi yıl sonra o en tepedeki ben olurum, hak ettiğimin fazlasını da almaya başlarım, götümdeki hemoroidleri temizletir, kafamda üç tel kalmış saçlarımı boyar, kalınlığı 4 santimetreye erişmiş el ve ayak tırnaklarımı utanmadan bir insanın önüne koyar adına manikür-pedikür denen iğrenç şeyi yaptırırım ama tüm bu çirkinliklerle bezenmiş vücudumun taşıdığı rütbe 'Müdür' olduğu için götümün iki yanağını tutup kenara çekince elbet yalayan bulunur diyorsun. Aklın uçuyor götünün yanaklarından tutup çekiştireceğin günü düşündükçe.. O dilindeki tat kokusunu köreltmiş yirmi yılın acısını çıkaracağın günleri düşündükçe.. Sevinçten çıplak vücuduna Freddie Mercury taytı giyip lirik dansa başlıyorsun. Kariyer denen uyuşturucu etkisindeki kelime seni önem verdiğin değerlerden fersah fersah ötelere fırlatıyor. Gülmeyeceğin şeylere sırf müdürün güldü diye gülüyor, kızmayacağın şeylere sırf müdürün kızdı diye kızıyorsun.. Tam aynı kafadansınız değil mi? Değil be canısı! Değil inan değil. Normalde selamını esirgeyeceğin insana hanımlar beyler derken nasıl hitap edeceğini şaşıyorsun. Lirik danstan yorgun düşüyorsun, göz kapakların ağırlaşıyor, yatağa geçiyorsun. Uykunu öyle iyi almalısın ki yarın kazanana daha fazla kazandırabilesin.
Sorsalar AKP zihniyetinin tam da aksi zihniyeti savunuyorsun. Sorsalar ortak hiç bir paydanız yok. Belli de ediyorsun fikrini: 10 Kasım mı geldi? Tak! Koy profiline siyah bant veya Atatürk fotoğrafı. Twitter'da birkaç Müjdat Gezen çıkışması tadında, içine yaşlı yobaz esprisi serpiştirilmiş entry'yi retweet yapıyorsun. Varsa yeterince üreticiliğin, oturup bir tane de sen ekliyorsun bunlara. Sırf 10 Kasım şart değil, her türlü özel bayramda bunu yaparak sol görüşünden asla taviz vermiyorsun. Vatanseverin en önde bayrak taşıyanısın adeta. AKP'nin yasaklarından şikayette bulunuyorsun, twitter'da Facebook'ta galeyana gelip saçma çıkışlarla yapılanı eleştiriyorsun. Kusura bakma ama saçma: İşsiz güçsüz amca gibi, adeta bir yenge gibi cümlelerin. Neyse bitaraf değilsin en azından. Ve hayatında belki de ilk defa güçlünün yanında değilsin. Bu da birşey. Bunun dışında bir eylem mi var? Orada yoksun ama! O kadar özgürlüğüne düşkünsün ki, yasaklar birer duvar sana. Yıkıp geçesin var. Uzaktan şöyle bir bakan adam 'Devrim yapacak insan bu, yemin içerim' der. Gel gör ki şirket müdürün senin gireceğin ve giremeyeceğin internet sitelerini belirlerken 'Çok doğru! İnsanlar işlerine odaklanmalı.' diye müdürünü alkışlıyor, sesini çıkaramıyorsun. Özgürlük diyorduk beybim? Düşkündün sen ona.. Ha sorsan o müdür de, hele elit birşeyse kesin CHP'li. Elit adam muhafazakar olmaz, elit adam CHP'cidir. Ve fakat bu hal, bu tavır? AKP'nin minyatür hali değil mi şimdi bu?
AKP çok yasakçı, başbakan herkesi azarlıyor değil mi? Öğretmen atamaları yapılmıyor, işçisi-memuru-emeklisi hakettiğinin çok çok altında maaşlar almaya mahkum ediliyor, zam desen yere düşürdüğün zaman almak için eğildiğine değmeyecek miktarda zam veriliyor, çalışma şartlarına ise hiç değinmiyorum. İlk çalışmaya başladığım günden beri 'Günde bilmem kaç saat çalışan Çinli çocuklar'a acımaz oldum ben. Aramızda bir fark göremiyorum, yer yer ise daha fazla çalıştığımızı düşünüyorum. Şimdi rica ediyorum, bir düşünsene şimdi çalıştığın, çalışmakta olduğun için övündüğün o kurumsal şirketinin AKP'den; o kalın, lignin tabakası misali mantarlaşmış tırnağından götündeki kıllara dek yaladığın müdürünün R.T.E.'den ne farkı var?
Kariyer denen sikin en ucuna kadar gittiğimde, o zirvede Demirbey değil de 'YARRAK GİBİ ADAM' olacaksam yemişim öyle kariyeri. Ben, kendim olarak bir yerlere erişebiliyorsam ne mutlu; üstü başı değiştiriyoruz, saçları biraz şöyle, elleri biraz böyle, bıyığı ise ha şöyle yaparsak bir üst tura geçebiliyoruz dendiği yerde benim de kariyerim biter. Konduğum kabın şeklini alacak kadar erimedim daha.
Şirkette iş dışında birşey düşünmene izin vermeyeceklerdir. Yasaktır muhtemelen. Önce bi geç sen eve, lirik dansa ara verdiğin beş dakika içinde evde düşünürsün dediklerimi.
Edit: Fotoğraf koymuyorum yazıya. Ama soundtrack koyayım, mesajlarınız geliyor, dinliyormuşsunuz. Güzel o uygulama güzel--> Kylie Minogue- In My Arms (Dürürürürüüü dürürürürüüü kısmı dinlemek için yeterli sebep)
"...Aslında şu iç içe geçmiş üç halaya dikkatlice bakacak olursan toplumun ve sistemin işleyişi hakkında fikir sahibi olabilirsin. İç içe geçmiş üç halaydan en iç ve en dıştakiler saat yönünde var güçleriyle dönerlerken, ortadaki halay saat yönünün tersinde ama diğer iki halaya ve dolayısıyla bütüne ahenk katan bir şekilde dönmeyi becerebiliyor. Bu üç halayın oluşturduğu TOTAL HALAY da gücünü bu kaotik ama bir o kadar da uyum içindeki döngüden alıyor diyemez miyiz? Ve yine bu total halay, bu üç halaydaki kişilerin yanyana dizilerek oluşturacağı başka bir halaydan bin kat daha egzantrik ve büyüleyici değil mi sence de?
Halaaay on the waaaater. Fire in the skyyy
Sahi biz ne zaman, nerede unuttuk beraber yaşayabilme, farklılıkları ahengin bir parçası yapabilme, hoşgörü niteliklerimizi? Nedir bu alıp veremediğimiz, nedir bu bitmek bilmeyen iç savaş?" diye sordum. 'Sabahtan beri aptal saptal şeyler zırvalamak için mi baktın o kadar?' dedi. O sırada halay kalabalığını dağıtma maksatlı Alişan'ın ölümsüz eseri Ah Le Yar çalmaya başladı. Çalan şarkının yumuşaklığına karşın o hala sinirliydi. 'Bim'de satılan sevgiliye ne denir?' diye sordum ve komikli cevabı olan soruları sorarken yaptığım gibi tek gözümü kısıp ağzımın sağ tarafını orantısızca kulağıma doğru yanaştırdım. Uzun uzun baktı. Bu susuşmanın sonu bir ağızdan öpüşmeyle sonlanır diye korktuğum için benden tiksinmesi için adeta bir Hakan Ural gibi bıyıklarımı yaladım. Susuşunun sonunda üzerinden paltomu bir hışımla çıkarıp bana verdi ve dönüp arkasını gitmeye kalktı. Varsın gitsindi. İyiki de gidiyordu. Fakat espri havada kalmasın maksadıyla sağ koluna elimden geldiği kadar nazikçe yapışıp onu kendime çevirdim. Yine klip tadında bir an yaratmıştım ister istemez. Ağzına yapışsam yapışırdım. Soran ve sinirlenen gözlerle baktı. 'Le Yar' dedim. 'O ne be ?' diye çirkin çirkin yüzünü ekşite ekşite bağırdı. 'Le Yar.. Bim'de satılan sevgiliye Le Yar denir.' dedim. Tısısı mısısı diye güldüm. Gülmedi. Gülüşemedik.
------------------------------------
Limonata ve kuru pasta olacak demişti Gökhan. Limonata mı kaldı monako Pepsi dağıtırlar demiştim. Nostradamus halt etmiş ve ben yanılmamıştım, Pepsi dağıtıyorlardı. Benden yaşça ufak bir adamın dünya evine giriyor oluşu, aynı gezegende yaşamakta olan benim 'Damsız girilmez' denilerek dünya evinin kapısından it gibi, zağar gibi kovuluşum. 'İçerde arkadaşım var abi, Gökhan. Daha demin girdi, ona birşey verip çıkıcam.' dememe rağmen terslenmem, itilmem, örselenmem ve dahilinde mekana alınmamam. Bunlar çok can sıkıcı şeylerdi. Garson Pepsi'yi koyar koymaz bardağa davrandım ve bir dikişte bitirdim Coca Cola'nın ezeli rakibin. Yanımdaki arkadaşın bardağını doldurmaya çalışan garsonun koluna yapıştım ve sağ elini kendime çekip içine beş lira koyarken bir yandan da doldur bir daha dedim. Abi, maabi, ık, gık birşeyler der gibi oldu. Cebimden ikinci bir beşlik daha çıkardım ve onu da eline tutuşturdum 'O elindeki iki litreliği bana bırakıyorsun!'
Tek çatal bırakılmışsa yine iyi. Normali 5-6 çatal.
Bütün gece içip durdum. Hüzünlendim. Duygularımı pek dışa vurmam ama kola burnumdan geğirttikçe gözlerim yaşlandı. Ben de hazır gözlerim yaşlanmışken ve hazır bolca hüzünlüyken az ağlayayım da açılayım dedim. Niye ağladığımı soran oldu, 'Kola..' dedim. '.. Kola burnumdan geğirttiriyor.' . Yatağın soğuk tarafından bahsedilen şarkı sırasında ben sarhoş olduğuma kanaat getirdim. Kuru sulu hiçbir şey tüketmemiştim; fakat aşırı simli kadın tuvaletlerine, daha da fenası aşırı simli kadın tuvaleti giyen küçük kızlara baka baka ben kafayı on numara yaptım. Alkol alırken, o hep pişman olunan son kadehin o gecemdeki karşılığı da gelin sırtıydı. Allem ettim kullem ettim bir türlü göremedim gelin sırtını. En son oynamaya kalktım, gelinin arkasına geçtim. Sırtına şöyle bir göz attım. Simliydi. Varooooo! Çiki çiki çiki çiki diye bağırarak ceketimi çıkardım. Laylay laylay laylay laylay laaay yataaaağın soğuk tarafııııı diye verdim eşliği. Benim bilhassa yaz aylarında arayıp da zar zor bulduğum yatağın ve zaman zaman da yastığın soğuk tarafından şikayetçi olan denyo bir adamın şarkısında patladım. Daha da fena şeylere imza atmadan Fatih bey yanıma geldi ve kendimi aşırı bozduğumdan, Demirbey'liği vestiyere bırakıp adeta bir Demo olduğumdan dem vurdu. 'Haklısın abi..' dedim '.. ama yar buyursun ısıtsın dört bir yanını döşeğin. Ben zaten duvar tarafında yatmayı seviyorumki. El ayalarını, ayak altını; hadi olmadı götü, sırtı duvara dokundurdum muydu değme keyfime.' dedim. Şimdi düşünüyorum da şarkının ana temasından da Kardeşler 58 Düğün Sarayı'ndan da çok çok uzaklaşmıştım. Fatih abiyle yerime oturanda sağa sola bakınmaya başladım. Kah muhteşem oynayabilene imrendim ve anasına küfrederek övdüm oynayışını, kah oynayamayanı eğlence ettim kendime. Ve sonra ne olduysa oldu, ağzına kadar tıka basa dolu olan göynümün kabına kabına bir güzel çarptı. Değmesin yağlı boya, sevdam taşıyor.
Ben ol güzel bana bakasıya dek ondan gözümü ayırmam aga inadıyla kestim ha kestim. Bir ara elim cebimde pozlu kestim. Sonra cepte duran elin düğün ahalisinde yanlış çağrışımlar yaratabileceği, çağrışım tetiklemeli şahane dayak yiyebileceğim aklıma geldi ve elimi cebimden çıkarıp Kenan Işık misali çeneme koyarak kestim. Amerikalı fotoğrafçı bir arkadaşıma 'Nolur beni bi çek la, facebook'a koyarım.' diye fotoğrafımı çekmesini rica etmiştim. Sağolsun o da herhangi bir yerde bir kadını etkilemek için bakıyormuşum gibi bakmamı istemişti objektifine. Mel mel baktıydım. Densiz kız, henüz kimseyle yatmadığıma, böyle bakmaya devam edersem de dünyadan kız oğlan kız gideceğime kanaat getirmişti. İngilizcemin yetmemesi bir yana, onunla seviyesiz bir sohbete dahil olmama maksatlı he he, zaten seks benim için ikinci üçüncü planda falan diyerek mevzuyu kapatmıştım. Zamanında bakışlarımla ilgili böyle bir tepkiye maruz kalan ben, şimdi düğünde muhteşem güzel bir kızı bakışlarımla baştan çıkarmaya çalışıyordum. Artık katil gibi mi uğursuz gibi mi nasıl baktıysam kızcağız güldü. Ben durur muyum? Ben de güldüm. Gülümseme konusunda örnek aldığım kişi Burus Vilis. Ağzımın solunu stabil tutarken sağını yukarı attıra attıra gülümsedim.
Ben ömrüm boyunca hep birilerinden etkilendim. Birilerinin benden etkilenebileceği ihtimalinin yanına sıfır yazarak. Kim benden bir bakışta etkilensin dedim hep. Fakat oturalım konuşalım etkilenir dedim.
Gogol Bordello da Roman Adnan da
Fazlaca taciz ettiğim fikri Fatih abinin uyarısıyla kafama dank ettikten sonra da bıraktım bakmayı. Dışarıda bir sigara içmek için paltomu aldım. Dışarı çıkarken pistte Balkanlardan gelen roman hava dalgasına denk geldim. Bu havalara dair tek bildiğim, Adnan Şenses oynamasından ibaretti. Ceketimi belime bağlamak için paltomu da çıkarmam gerektiği için üşendim. İstifimi bozmadan kapı doğrultusunda yürümeye devam ettim. Fakat yerde, dizleri üstünde, ceketiyle çiğ köfte yoğurma hareketi yapan bir adama takıldım düştüm. Toparlandım kalktım, güç bela attım kendimi dışarıya. Sigaradan iki nefes çektim çekmedim içeride 'Sen yine gözlerimin hapsindesin' dilber geldi. Elini uzattı. Sağ elim onun olduğu için sol elimi uzattım. Onu aldatacaksam ona ait elim en azından buna dahil olmamalıydı. Tanıştık. İsimler söylendi. Sigara uzattım, kullanmadığını söylederek reddetti nimeti. Ne iş yapıldığı konuşuldu. Sigara içtim. Fakat tüm bunlar yapılırken o kesintisiz üşüyordu. Ayva tüylü alt çenesi zangır efektiyle bıyıksız üst çenesine çarpıp duruyordu. Kıyamadım montumu verdim. Erkek montu içinde üşüyerek kollarını bağlamış duran her kadın gibi o da çekici duruyordu. 'Gel girelim, üşüdün çok.' dedim. İçeri geçtik. Yer altındaki bu düğün salonuna bir merdivenlerden inerek giriliyordu. Merdivenlerin başında durup içeriye göz attık. İçerdeki gürültüden önce, veda edip ayrılmadan önce son bir şeyler söylenmesi gerekiyordu. Ve doğru olanı, bu veda öncesinde iletişim bilgilerinin alınmasıydı. Tüm hamleleri o yapmıştı. Bu iletişim bilgileriyle ilgili hamleyi de o yapmaya yeltendiği anda yazının başındaki konuşmayı yaptım.
------------------------
Fatih abinin yanındaki yerime seğirttim. 'Senin kız da senin arkandan sigaraya çıktı.' dedi Fatih abi. 'Yanıma geldi.' dedim. Eee diye boşluğumu işaret parmağıyla dürterek mutlu sonla biten hikayeyi anlatmamı bekledi. En sevdiği masal Kibritçi Kız olan bir adamın hiç bir gerçeği mutlu sonla bitmiyor. Bitecek gibi olduğunda da o adam olaya müdahale edip alıştığı, sevdiği sona uyduruyor mutlu sonu. 'Yine aldatamadım.' dedim. Birşey demeden birkaç saniye bakıştık. Ağzına yapışsam yapışırdım. Fatih abi benden, ben de benden tiksiniyordum. Belki daha bir çok neden var ama bir şekilde ağızlarımız yapışmadı. Çok şükür o gece de onu aldatmadım.
Edit: İki tane soundtrack olsun bu sefer. Soundtracklerden ilki yazı konusundan bağımsız. Çok eski ama çok da güzel diye, unutmayalım diye.. İkincisi ise duruma uygun şarkı.
'Sakızım Düştü' başlıklı Umut Sarıkaya yazısına, tüm duygu yoğunluğu barındıran Umut Sarıkaya yazıları gibi ayrı bir hayranlık besliyorum. Hatta açık sözlü olmak gerekirse her yazım bu örnekteki gibi yoğun olsun; boğaza kayalar, mideye yumruklar doldursun isterim. Uğraş dur..
Sakızım Düştü, "Ben hiç çok ciddi kararlar alamadım, karar alanlara arkadan baktım." cümlesiyle son bulur. Yazının sonlarına doğru Sarıkaya'nın boğazınıza dizdiği ufak ufak taşların ardından o son cümle bir kaya boyutunda gelir ve o minik taş yığınının üzerine oturur. Yutkun yutkunabilirsen..
Namık Ciddiyeti
Yaklaşık iki hafta önce hayatımda belki de ikinci defa ciddi bir karar aldım, ki ilki Ankara'yı terkedip İstanbul'a yerleşmekti. Ama biliyorum ya nötral bir ortamda hayatta almazdım bu ikinci ciddi kararı. Zorunda kaldım. 'Sana iki seçenek sunuyoruz. Birincisi şu, ikincisi ise birincisini seçmek zorundasın' dediler. Böyle net bir durumda dahi kararsız kaldım. Korktum birşeylerin değişmesinden. Ben değiştirmeyeyim istedim. Çok kısa sürede değişti herşey. Ben değiştirmek zorunda kaldım. Gülücükler saçtım 'Kaç aylık bu?' diye soranlara; annesinin, nazar değmesin diye 6 ay fazlalıkla söylediği tosun bebeler gibi. Ama içim dışım bir değil, nasıl korku doluyum hala. Çok şükür dik durabilmesini öğrendim İstanbul'a geldim geleli. Sağlam duruyorum içinde bulunduğum ahval ve şerait ne olursa olsun.
Çalıştığım şirketi değiştirmemle beraber birçok şey de beraberinde değişti. Hala anlamaya, adapte olmaya çalışıyorum. İstanbul'a ilk geldiğim zamanlara geri döndüm. Bir çöpe atılan yıl. Bir yıldır kimi tanıdıysam, kimi anlamaya çalıştıysam, hangi işi öğrenmeye çalıştıysam, hangi şartlara adapte olmaya çalıştıysam ve hangi yere göre hayaller kurduysam hepsini çöpe atmış oldum bu değişiklikle. Bir sene önce Ekim ayında şehre ayak basan Demirbey gibi püripak halde, sıfır birikimle yeniden başlıyorum gibi hissediyorum. Elimdeki 23 Beşiktaş maçı bileti hatırlatıyor bir yıldır bu şehirde bir hayat yaşadığımı. Onun tetiklemesiyle tanıdığım insanları, yaptığım işleri, belli başlı hatıraları hatırlıyorum..
Bu bir sene zarfında iyi bir adam olabildiğimi bana işaret eden, hemen hemen son dakikaya kadar benden habersiz benim için çok ince bir düşünceyle, bir vedalaşma gecesi minvalinde etkinlik düzenleyen iş arkadaşlarıma da ayrıca teşekkür etmem lazım buradan da olsa. Gerçekten ben , onlar kadar ince fikirli bir adam değilim. Aşağıdaki fotoğrafta orada olup da çıkmayanlar var, orada olmak isteyip de şartlar gereği olamayanlar var. Hepsi sağolsun onların sayesinde, ucu ne kadar iyi yerlere çıkarsa çıksın totalinde adı 'Ayrılık' olan ve adının geçtiği yerde istemdışı kafa düşüren o gün, saat bilmem kaçı vurup da ben evin yoluna düşene dek harikulade, ayrılık fikrinden de temasından da, havasından da uzak geçti. İncelikleri için tekrar tekrar teşekkür ederim.
May the force be with you..
Yeni bir defter aldım. Hikaye-yazı vs yazma maksadı dışında en son, okulumun uzayışının ilk senesinde annem almıştı bir defter. Aklım uçmuştu güzelliğinden. Spiralli, sert kapaklıydı. Ben en son defter aldığımda bizim maddi durumumuz spiralli defter almak için pek de uygun değildi. İyiki de değilmiş. Zira bu spiralli defteri ilkokulda bana verseler mühendislik falan okumaz, aklımı zihnimi hiç geliştirmez salt katip olur çıkardım. Aklıma birşeyleri tutmaya çalışa çalışa hafızam gelişti. Atmaya kıyamadığınız şeyleri depoladığınız çekmecelerden farkı yok kafamın içinin çok şükür. Neyse ben ilk iki-üç hafta en güzel şekilde yazmıştım o deftere de sonra hevesim geçmişti. Yalan ettim canım defteri, tabi alışık olmayınca. Şimdiki işim gereği de sürekli not tutmam gerekiyormuş. Telefona yazarız dedim, olmaz dediler. Aklımda tutarım, gelince size söylerim siz yazın dedim, olmaz dediler. Gittim ajanda bakmaya Kabalcı'ya. Dev muhasebeci ajandalarının yapay deri kokusundan aklım şaştı. Ece ajandasının yeni sezon ürünlerini bekleyen insanlardan yapmaya başlıyor bu sistem beni, ama 'Diren ve efsane ol!'. Sonuçta gittim ve yine çokzel kapaklı bir defter aldım. Veresiye defteri gibi, fahri müfettiş defteri gibi defter alırsam yarın bir gün Sözcü okumaya başlar, olan biten her şeye sinirlenirim; o çirkin ajandaya aldığım notlar da Posta gazetesinin şiir köşesinde "Demirbey mahlasıyla 13 yıldır şiir ve yazılar yazıyor. Bu şiiri memleketi Gaziantep'e ithaf etmiş" şeklinde çıkar diye büyük korktum. Çokzel kapaklı defterimin sayfaları üzerinde umarım son birkaç aydır hayalini kurduğum yazıyı da bitirebilirim.
Star Wars Episode VII'ı da daha sonra konuşuruz. Soundtrack de anlam yüklü bu sefer hadi bakalım:
Çok istiyordum yanımda yöremde kimse olmasın. Bu yüzden gelmemiş miydim İstanbul'a? Evet bir nedeni de buydu. Şimdi ne diye peşimde dolanıyordu ki? 'Git..' dedim '... uzaklaş yahu.'. 'Böyle iyiyiz.' dedi. Hasbinallah diye sinirli sinirli söylenip işime bakmaya devam ettim. Bir süre sonra kafamı çevirmemle burun buruna gelmemiz bir oldu. 'Ne olur git? Rica ediyorum git!' diye yalvardım. Yine 'İyi böyle iyi. Devam et...' dedi. Ben kendi yükümü taşıyamazken bir de senin sorumluluğunu kaldıracak olgunlukta değilim anlasana, bana güvenirsin ben o güveni boşa çıkarırım, ben beş lira borç verilecek adam bile değilken nasıl kalkıp da senin partnerin olayım. Yalvarırım git yanımdan, bulandırma aklımı, dolaşma yanımda yöremde dercesine bir bakış attım.
Ben onunla bakışadurayım bu sırada takımdan biri gol attı ve takım sevinç yumağı haline geldi. Gol sevincini fırsat bilip kale arkasında ikamet etmekte olan hocamız Korel'e doğru koştum. Takım deli divane, vurdulu kırdılı, altta kalanın canı çıksınlı sevinç yaşarken ben doğduğum toprakları inkar edercesine Korel'in önünde samba yaparak, gelen golün coşkusunu yaşıyordum. Korel sambama alkışlarla eşlik ededursun ben meramımı anlatmaya geçtim. Korel'e sürekli yanımda oynamaya çalışan Fatih'i şikayet ettim. Her yerde, halı sahada dahi yalnız kalmak istediğimi, sırf bu yüzden defansın sağında başladığım futbol hayatımda hırsa kesip çok çalışarak forvet olduğumu, yıllardır oynadığım her takıma tek forvet sistemini de beraberimde götürdüğümü anlattım. Tamam, artık yalnızlığın koymaya başladığını fakat umudumun, bir gün nazlı yarimin halı sahada kiralanan ayakkapları maksimum 37 numara olan ayacıklarına geçirip maçın ortasında saha içine dalması olduğunu belirttim ve ekledim soruyu: Ey Korel! Şimdi ben hücum hattında partnerim olacak insana böyle büyük, böyle masalsı tatta misyonlar yüklemişken; Allah'ın kıllı, terli Fatih'iyle nasıl partner olayım, nasıl çapraz koşu atayım ben elin adamıyla ha?
Korel dayanamayıp ağlamaya başladı. Bense kafamı yukarı yukarı kaldırarak göz yaşlarımın akışını ertelemeye ve hatta mümkünse engellemeye çalışıyordum. Sesimin titreyişini güçlükle bastırarak "Yine mi tek forvet değilim?" diye bağırdım. Korel de gözlerinin önündeki seti kaldırıp göz yaşlarını sel ederek 'TEK FORVETSİN!' diye haykırdı. Bitişikteki halı sahada top oynayan iki şirketin kodaman müdürleri oyunlarını yarıda kesip 'TEK FORVETSİN!' dediler sağolsunlar. Maçtan önce 'Adam eksikse girek mi abi!' diye soran mahallenin çocukları ergen sesleriyle 'TEK FORVETSİN!' dediler. Fatih'e döndüm, 'TEK FORVETSİN!' cevabını arar gözlerle bir bakış attım. Ağzını açtı, gözlerini pörtletti, ellerini şakaklarına götürdü ve 'Abii!!!' dedi
Gözümü açtığımda hastahanedeydim. Ben sahaya sırtım dönük şekilde duygusal, imgesel anlar yaşarken rakip takımın topu oyuna erken sokma hevesi ve akabinde atılan mermi kıvamında bir şut bitiş noktası olarak, kalenin dibinde bir yandan samba figürleri sergileyen bir yandan da göz yaşları içinde hocasına içini dökmeye çalışan beni seçmişti. Fatih'e dönmemle topu ağzımın ortasına yemem bir olmuştu. Olay esnasında dilimi ısırmış büyük bir kısmını koparmışım. Ocak ayına dek konuşmam da artık mümkün değilmiş hem. Zaten az konuşurdum, fakat geniş bir kelime yelpazesinden faydalanırdım. Artık istediğim kadar konuşayım dilimin dönebildiği tek kelime 'ebbeh'ti. Geçmiş olsun diyene ebbeh, nasılsın diyene ebbeh, acıktın mı diyene ebbeh, acıyor mu diyene ebbeh. Kolonya içinde, süt ve petibör içinde kalmıştım. Petibör getirenin anasına söveyim istiyorum ebbeh diyorum. Neyse sonunda vaktin geç olmasıyla beraber ziyaretçiler de önce azaldı sonra bittiler. Ankara'daki aileme haber verilmesini istemediğim için başımda duracak kimsem yoktu. Hastanede de olsa tek forvet savaşını kazanmıştım, koca ilaç kokulu odada şimdi yapayalnızdım. Yatağın yanındaki bir düğmeyle belki kısmetimi çağırıyorumdur umuduyla hemşireyi çağırdım. Şişmanlıktan kırılan bir hemşire girdi içeri. Ebbeh dedim elimle de televizyonu işaret ettim. Anlayışlı kadınmış, açtı sağolsun, kumandayı elime tutuşturup odadan çıktı. O çıkar çıkmaz kapı tıklatıldı. Girin manasında eeeaaee dedim. Bir de kimi göreyim. Nazlı yar!
Ben nasıl kıpır kıpır oldum yatağın içinde anlatamam. Güleç bebeler gibi sağa sola gülücük atıyorum ağzımın içinde bembeyaz bandajlı bir dille. Diğerleri sığır gibi benim 'ebbeh'lerime elimin ayağımın oynayışına anlam yüklemeye çalışırken kızcağızın kafası çalışıyor tabi: Tutuşturdu elime kalemi kağıdı. Sayesinde iki çift lafın belini kırdık. O sırada televizyonda bir son dakika haberine bağlanıldı. Her duyarlı vatandaş gibi 'Ne oldu yurdumuzda acaba!' diye meraklı meraklı döndük televizyona sohbetimizi kesip. Muhabirin dediğine göre Maya'lar yanılmamıştı. Dev bir göktaşının gezegenimize doğru geldiğinin doğrulandığı, tıpkı takvim kehanetinin söylediği gibi çarpışmanın 21.12.2012 tarihinde gerçekleşeceği açıklandı. Yarin gözüne diktim gözümü. Yare sevdamı diyemeden ölmek de varmış kaderimde. Elimdeki kağıdı buruşturup attım çöpe yeni sayfaya yazayım diye düşündüm göynümün sesini. Hemen, şimdi. E zaten yazmamış mıydım zilyon defa.. Bakayım anlasın istedim. Baktım. Anlamadı..
Yazmayalı bir ay oldu neredeyse. Bir aydır eski yazdıklarımı okuyorum. Şimdikilerden çok farklı. Yaşanılan anın, elinden çıkana nasıl etki ettiğini gördüm bu sayede. Aslında ne kadar naif, ne kadar ekmek basitliğinde şeyler yaşarken; günbegün nasıl da çetrefilli, çok bilinmeyenli işlerin içine girmişim. Değişmeyen tek şey: ben hep en basit olan şekilde püripak sevmişim birilerini, fakat hep daha bi zorlaşmış sevilen.
Zorlaştıkça daha bi güzelleşiyor..
(Not: Yeni yazı hazır, ben buraya yazmaya hazır değilim. Fazlaca içime sinen bir yazıyı yakında paylaşırım efem..)
(Edit: Şarkısız olmaz: Nadide Fifa şarkılarından 'Jerk it out' Bilen bilir Fifa ve NBA 2K serisi oyunlarının albümlerinden boş şarkı çıkmaz. Bu da onlardan biri)
Eskimo güneşi altı ay bekliyor ya. Yemişim eskimoyu. Güneşin altı ay sonunda
doğacağını bilerek beklemek başka, güneşin asla doğmama ihtimalinin çok yüksek olduğu yerin güneşini beklemek başka. Bir kadını hiç gelme umudu olmadığı halde beklesin de
göreyim. Eve gelen misafire karısını kızını ikram eden, eğer misafir reddederse
bunu büyük bir hakaret olarak algılayan godoş gibi adamdan yola çıkarak
sevdamın boyutlarını tarif etmeye kalkıyorum. Eşeklik bende.
Bundan altı yıl önce tanışmıştık. İlk başlarda öyle etkilenmedim ben. Sonra
çok etkilendim. Malım demekki. Tanışmamızın üzerinden beş ay civarında bir süre
geçmişti ki ben O'ndan etkilenmeye başladım. Böyle bir kıpır kıpırlık hakim
olmaya başladı bünyemde. Ağzından çıkan her şey benim için duyması en güzel
şeyler oldu. Bir keresinde bir yandan yemek yiyip bir yandan da konuşuyordu. Ne
de güzel konuşuyordu. O sırada ağzından, çiğnemekte olduğu birkaç pirinç
püskürüp koluma geldi. Onu bile kazıdım hafızama. Bu altı yılın beş yıl yedi
ayı boyunca ben ona aşık gezdim. Ama kendisi aşırı güzel ve hiç sevgilisiz
veyahut aşk acısız kalmadığı için gidip de sevdamı diyemedim. O sevdalandı
başkalarına, ben hep imrendim gönlünün işaret ettiği noktaları, istedim o
noktalardan biri ben olayım. Olmadı.
İkimiz de fertil döl verme mevsimlerimizin sonlarındaydık. Ben hep O'nu
beklemiştim. O ise üç sevgili, bir nişanlı, bir de koca eskitmişti. Yine de
varsın olsundu. Artık yağmur yağıyordu. Ve ben yıllardır bu yağmuru bekleyen
bir solucan edasıyla deliğimden çıkıyordum artık. Ha bir de kendinden güzel
olmasın bir kız çocuğu olmuştu biten evliliğinden. Kızına 'Çisem' adını
koymuştu şekilli gibi. Ben hep Çimen diye sevdim kızcağızı. Aklıma hep Ah
Müjgan Ah filminden şu diyalog geliyor Çisem ismini düşündükçe:
- Senin çocuğun mu Müjgan? Biz evlenseydik bizim
çocuğumuz olacaktı.. İsmi de Koray değil; Ali, Ahmet gibisinden bir şeyler
olacaktı...
Çisem'in anlamını bilmem etmem. Ama öyle masa,
sandalye gibisinden basit birşey olmadığı kesin. Çocuğu hayata 1-0 önde
başlatan isimler bunlar.
Altı yıldır hiç aldatmadım onu.
Aslında yalan olmasın bir 5-6 gün boyunca başka
kadınlarla beraber oldum. Düğününün olduğu gece ve balayı süresince ben de
başka kadınlarla beraber oldum. Zira evde oturup mandalina yemeye devam etsem
aklıma nazlı yarin aşk dolu dakikaları gelirdi. Gerdek gecesinin ve balayı
döneminin toplum tarafından kabullenilişi sekse denk geliyor biliyorsunuz. Bu
yüzden canım fazlaca yanar diye ben de bu şekilde olan bitenden fikriyatımı
uzak tutmaya çalıştım.
Yanlış yapmışım. Da yaptım işte, zaman geri
sarılmıyor.
Evliliğini bitirişinin üzerinden dört ay gibi bir
süre geçmişti. Hala sinsi gibi, kurnaz gibi takiplerimi sürdürüyor; hayatından,
gönlünün odaklandığı noktalarından bilgiler almaya edinmeye çalışıyordum. Bu
dört ay içinde hiç bir yaprağın kımıldamamış olması sonunda beni bile
cesaretlendirdi. Yine de son bir kez, emin olabilmek adına oturduğu mahalleye
gittim. Sokakta it gibi pısıp beklemeye başladım. Akşam olmuş ama aradığım kişi
henüz mahalleye gelmemişti. 'Denyoluk mu yapıyorum acaba, girdiği çıktığı saati
öğrenip öyle mi gelsem?' düşüncesi mantıklı gelmeye başlamıştı ki hedef sokağın
köşesinde belirdi. 'Şşşt çocuuk!' diye bağırdım. 'Bana mı dedin birader?' diye
sertçe cevapladı olmayan sorumu. 'Gel bi gel.' diye bozuntuya vermeden yuvamı
yapmaya davet ettim onu. Her adımda siniri arta arta geldi, tam beni
yumruklarının menziline aldığı sırada 'Demirbey?' diye şaşırdı. 'Nasılsın
küçük? Nereden tanıdın Demirbey abini?' diye sordum. 'Ya abi ne küçüğü, duyan
da 5-6 yaşında bir çocukla konuşuyorsun sanacak. Bıyığından tanıdım nereden
tanıyacağım. Ne arıyorsun burada?' dedi.
(DB-Demirbey, MK-Müjgan'ın kardeşi) DB- Ya oğlum böyle eski zamanlar havası yakalamaya
çalışıyorum. Hani 70'ler 80'ler gibi. Şimdi sen Müjgan'ın küçük erkek
kardeşisin. 5-6 yaşlarında. Ben çok büyüğüm senden. Tamam? Bozma devam et hadi.
Eee nasılsın , ablan nasıl? MK- Ablam iyi işte, onun yanına gidiyordum ben de.
Gelsen ya sende? DB- Olmaz. Yeni dul kadın. Gören eden hoş
karşılamaz. MK- Ablamın boşandığını nereden biliyorsun? DB- Sen daha küçücüksün çocuk. Bilirim ben.
Seviyor muydun enişteni? MK- İtin tekiydi. Ablamın bok yemesi işte. Hala
arıyor soruyor uğursuz. DB- Yapılır öyle hatalar. Ama ablaya kızılmaz.
Hadi git sen ablanın yanına. Beni gördüğünü de söyleme.
----------------------------------------
Kardeşiyle görüşmemin ardından beklenen günün geldiğini
muştulama maksatlı eski ekibe haber saldım. Sevindiler sonunda kabuğumdan
dışarı çıkmama. Yalnız, fikirlerine çokça saygı duyduğum Oktay, durumun tam bir
Türk filmi olması, 80’ler kokan bir durum haline gelmesi için kızcağızın kardeşini
dövmemiz gerektiğini söyledi. Kardeşi bizden çok küçük müçük diyemedim; zira çabuk
gaza gelen bir yapım olduğundan, Oktay “Kundaktaki çocuğu döveliiim” diye
bağırsa mahalledeki lambriciye çivili sopa yaptırır, sorgulamadan yola
koyulurdum. Emin, Çakıl ve Semih’e
ikinci defa telefon açtım. Bu sefer kendilerini hazırlamalarını, yakın zaman
içinde bizden çok küçük de olsa bir çocuğu döveceğimizi söyledim. Çok küçük
olması heveslerini kaçırır diye boyunun 2,14 kilosunun da 143 olduğunu
uydurdum. Ayık kafayla olay çıkarılmaz diye düşünen Semih, döğüş öncesi alkol sponsoru olmayı önerdi ve ekledi ‘Bir yerden
bir para gelecek de bir iki gün içinde. Ezelim onu da(Dahi anlamındaki -da
değil, laz ‘da’sı)!’ dedi. Emin de sağolsun inşaat şirketinden boru
getireceğini, boruların birinci sınıf malzeme olduğunu, atacağımız dayağın
şiirselleşmesine katkısının fazlaca olacağını belirtti. Bir ara cozutup ‘Beton
getireyim, ayaklarını beton külçeleyip denize atalım mı ölsün?’ dedi, nedense
bu defa gaza gelmedim. ‘İyi düşünmüşsün de malzemeyi hunharca kullanma Emin’im
batarsın. Sopaları da çocuğu dövdükten sonra sana geri vereceğiz zaten.’ diyerek
hem teklifini kibarca reddettim, hem de tasarrufla ilgili akıl verdim ve Emin’in
ilerde olası bir trilyonerliği durumunda borç istemeye yüzüm oldu.
Blog’um hakkında zaten cinsel içeriklidir uyarısı yapılıyor,
bir de şiddet uyarısı almak istemiyorum o nedenle fazla detaya girmeyeceğim bu yazıda ama içimizdeki en ufak tefek adam olan Çakıl’ın bile teke tekte
yiyebileceği 'kek'likteki çocukcağıza biz beş kişi abandık. Baktık çok rahatça dövebiliyoruz
demir sopaları kullanmadık. Dayak sonrasında o sopaları şakalaşmada kullandık. Yürürken
önde yürüyenin götüne mötüne dokundurduk, arabayı kullananın kulağına sokmaya
çalıştık, ben bir ara Star Wars Kid gibisinden lightsaber şovu yaptım, Oktay
güldü.
Oktay’ın aklına uymuş canım Sadri Alışık filmini Aile Şerefi’ne
döndürmüştüm. Oktay filmdeki Oktay’ın babası rolüne geçmiş, ben Oktay olmuştum.
Ne istiyorduk Şevket Altuğ’dan, Mahmut Hekimoğlu’ndan, Mahmut Cevher’den,
Cengiz Nezir’den…
Yuva örseleyen piç
Ben baya bir pişmanlık duymuştum ufak Müjgan’ın kardeşine
yaptıklarımızdan ötürü. Bir hafta falan çocuğun yarası beresi şişi insin diye, ailesi
full konsantrasyon ilgilensin minnakla diye ilişmedim yarime. Bir haftanın sonunda
artık gitmeye hazırdım. Gitmeden Semih’i aradım. Sponsorluğunu istediğimi; benim
cesaret hapıymış, alkolmüş, çamaşır suyuymuş kafamı güzel yapacak, sakinleşmemi sağlayacak ne varsa almama yardım etmesine
ihtiyacım olduğunu belirttim. Semih’in gönlü boldur, sağolsun yardım edeceğini söyledi. Ama
parayı çoktan ezdiğini, paranın yalnızca çok az bir meblağının kaldığını, bu meblağ ile sarhoş
olabilmenin çok zor olduğunu söyledi. Fakat risk alırsak kafamızı bu parayla da güzel
yapabileceğimizi de ekledi. Risk aldık. Kolonya molonya içtik, ispirto da içek
mi diye sordu. Denedik, rengi çokzel diye insan yadırgamıyor tadını. Çok
makyajla güzel olabilmiş kadının boyasının altındaki çirkinliğin, fazla
önemsenmediği gibi önemsemedik ispirtonun yarrrrak gibi tadını. İştik. Ve ben
yola çıktım.
Kapının önüne geldiğimde kafamın güzelliği sayesinde çok
rahattım. Zili çaldım. Für Elise’ydi. ‘Alles für Müjgan’ dedim, her şey Müjgan
için dediğimi zannederek. Biz evlenince Cendere’yi koydurcam bu zile dedim. Ne
diyorsam bağırarak diyordum. Sonra da tükürüğümü toplayamaya toplayamaya
gülüyordum. Bunun müsebbibi olarak gördüğüm ‘ispirto’yu icad edenin annesine
küfrettim. Yine bağırarak... Tamam bu densizlikleri ispirto yaptırıyordu belki
ama tükürüğümün ağzımdan sürekli akması ağzımın çok büyük olması ve benim bu
büyük ağzın tamamına hükmedemememle alakalıydı. Bir de ağzıma küfrettim.
Korkar gözlerle Müjgan açtı kapıyı. Önümü ilikledim, başımla
adeta bir beyefendi gibi selamladım onu. ‘Tanıdın mııııa?’ diye kız gibi, şirin gibi
gülerek sordum. Tanımış. Bıyıklarımdan.. ‘Ulan bıyıklarımı kessem sırtıma
magnet yapıştıracaksınız ha! Buzdolabından farkımız yok şu bıyık da olmasa di mi
Müjgan?’. Müjgan haklı olarak korkarak bakıyordu. Durumu izah etmeye çalışayım
istedim. Halı saha maçından geldiğimi, Powerade şişeme şaka olsun diye ispirto
koyduklarını, kusura bakmamasını, bütün bu denyoluklarımın sorumlusunun bana o
şakayı yapan arkadaş olduğunu anlattım. Yedi.
Onca konuştuktan sonra konuya gireyim dedim. Altı yıldır
girmeyi beklediğim konuya.. İçeri davet etti. Rahatsız etmeyeyim diye kibar
gibi sordum.
-Yok ne rahatsızlığı, Harun var sadece.
Hani bazı filmlerde sesi tamamen keserler ya sağırlık efektti
yaratmak adına. Görüntü bir flu, bir net.; odaklanmaya çalışır.. Hah öyle işte.
‘Hep Harun var..’ diyebildim sadece. Arkamı dönüp
merdivenleri kullanarak aşağı indim. Ben son sözümü söylerken ve arkamı dönüp
giderken o bir şeyler dedi, ben anlamadım. Duymadım hiç ne dediğini.
Dünyada her zaman inanılacak sağlam şeyler bulunur.Hiç bir şeye olan inancım kalmasa bu cümleye
inancım sürecek, ölene kadar idare edecekti beni.
Akraba Facebook'u sitemkar özdeyiş örneği.
Bu Medusa kokan Harun Darbesi’nin ardından ben ispirtoya
fena alıştım. İçip içip Facebook’ta akrabayı, eşi dostu darlamaya başlıyordum.
Kah iktidar partisinin yaptırımlarını sivri ve mizahi bir dille eleştiriyor, kah gülen çocuk fotoğrafları altında özlü sözler paylaşıyor, kah sikko sikko üç rengi bir araya getirme oyunlarında namerde el açıyor-yardım dileniyordum. Başlarda arkadaş çevresi çok gülüyor, akrabalar ise paylaştığım şeyleri like’a
boğuyorlardı. Arkadaşların like'ları-gazı gün geçtikçe söndü fakat akrabalar siyasi şeyler konusunda hala ilk günkü kadar beğeni sahibiydiler. Tak! Koy asker fotoğrafını. Like Like Like! Tak! Paylaş bir Yılmaz Özdil Yazısı. Abbaaaav Like Like Like. Akrabalardan aldığım gazla
ben paylaştıkça paylaştım.
Ben Müjgan'ı hep gizli sevdim.‘Müjgan’ı seven bir milyon kişi bulabilirim.’ grubunu kurdum.İlk seven, beğenen ben oldum. Sonra kapadım grubu beğenilere. Kimseye sevdirtmedim. Kendi minik çapımda..
(Edit: Yazının iki soundtrack'i var. İlki yazıyı düşünme aşamasında kafamda çalan, ikincisi de çogzel bir tavsiye. Yerinde de bir tavsiye Naile hanımdan. Buyurun..)
(Kusura bakmayın bu sırf Müjde Ar fotoğraflı bir video olmuş, açık saçık fotoğraflar yakalanmaya çalışılmış. Ama daha güzel bir kayıdını bulamadım)
'Feda' dedi Demirbey de ve çok cüzi bi meblağa İstanbul'a geldi kurulu düzenini bırakıp. Önceleri şehre ve gece hayatına hızlı bir giriş yaptı. Sonra bıyıklarının, üzerine kondurmuş olduğu olgunlukla bir düşündü. Bu hızla giderse şehirde tutunamayacağını, hem hayallerini süsleyen şeylerin bu hızlı hayatın ucunda beklemediğini fark etti.
Yaptığın yemeği tek başına yemek kadar çirkin birşey çok azdır sanırım. Tekil hayatlar devrim yapabiliyor ama sıkılıyor yemek yerken.
Tırnaklarımı yememek var. Yaptığım. Olacak. Ellerim baya güzel.
Hastalıklar var. Hep aynı sahneyi koyan gözünün perdesine her gözünü kapatışta. Bir insanın kala kala tek hayali kalmış olabilir mi elinde olup da gerçekleştirememiş olduğu. Mesela: İki berjer...
İki berjerden birinde oturacak, kahve içip sesli sesli kitap okuyacak veyahut benim okuduğum kitabı dinleyecek biri çıkmıyor öyle yerlerden. Cast çekimi yaptım, denedim. Yok. Sonra başka oyuncular buluyorsun. Onlar da başka dizilerde başrolü kapmış. Akasya Durağı'ndan beter dizinin oyuncusu olup halinden memnun olan var. Benim berjerli dizime yan gözle bile bakmıyor, o kadar mutlu sefaletinden. Şive yaparak gülüp güldürüyor. E haliye Pepeé Pepeé çok üzülüyor.
Neyse.. Öyle bir oyuncu var. Bir gün ya ben onu bulacağım ya o gelip berjeriniz dikkatimi çekti, ben oynayabilir miyim diyecek.
Zerre kadar ışıltı görmüyorsun ama inanıyorsun işte. Tanrı'ya inanmak gibi. İnanmak istiyorsun. Birşeye...
Görmesem de inandığım, bildiğim, nadiren de olsa şüpheye düşüp sonra duyduğum şüphe yüzünden kendimden utandığım birşey daha vardı. Yarın yahut öbür gün göremeyeceğim bir yere yazdıracağım onu da.
Saçlarımı taradım. Kırmızı çoraplarımı giydim. Üç zarımı, bir bilyemi pantolonumun bozuk para cebine koydum. Bıyıklarımın ortasını tıraşladım. Heyecandan uyuyamadığım, erken kalktığım için planlamadığım bir boşluğum olmuştu. Sigara yaktım kahvaltıyı bekleyemeden. Güzel bir gün olması için üzerime düşeni çok çok önceden beri yapıyordum. İşin şans boyutundan sınıfta kalmamak için uğurlarla, batıllarla süsledim emeklerimi.
'Gelmedi mi?' diye soruluyordu son birkaç gündür. O gün hiç sorulmasına fırsat tanımadım. Öyle içim içime sığmıyorduki kimi görsem 'Bugün geliyor.' diyordum. Bir Allah'ın kulunu özledim lafı çıkmaz ağzımdan; o gün 'Özledim.' diyip geziyordum. Vardı bir bit yeniği işte. Akşam üzeri yapacağımız halı saha maçını, maçtaki taktiğimizi konuşmak üzere kantinde hep oturduğum masaya oturmaya gittik. Alt sınıflardan iki kişi oturmuş rapor yazıyorlardı. 'Kakın gidin la başka masaya' diye kovdum onları. Çelimsiz, sıska vücuduma rağmen sözümü ikiletmediler. Sanırım onlar da benim gibi sıska adamların sinirinden, gazabından korkan, Adrian Brody-Steve Buscemi ikilisinin Rocksteady-Bebop ikilisinin ağzını burnunu dağıtacağına gönülden inanan tiplerdi. Masaya oturup Football Manager'dan öğrendiğimiz taktiksel diziliş yazımını yapmak üzere Termodinamik kitabının arkasından bir sayfa yırttık. Gıda mühendisliğinde erkek sayısı az olduğundan yine tek forvet sahaya çıkıyorduk. Gol atma kısmında ortalama becerisi olan ben, bu konuda takımın uzak ara en beceriklisiydim. O tek forvete 'Demirbey' yazıldı. Takımımızın geri kalan hemen hemen tüm elemanları ciğerleri patlayana kadar koşan defansif orta saha oyuncusu özellikleri taşıyordu. Tek eksikleri ciğerlerin patlama süresinin çok kısa olmasıydı. Takım oluşumumuzun ilk iki senesinde denedik, yenildik. Bir daha denedik yine yenildik. Ve bir daha.. Ve bir daha. Ama son iki üç aydır deneyip daha iyi yenilebiliyorduk. Okulu uzattığımız takdirde yenmeye de başlayacağımızı ilk o günlerde dillendirir olmuştuk (Hepimiz okullarımızı uzattık). Takım kaptanı olmama rağmen o gün maça dair neredeyse hiçbir şey söylemiyordum. Aklım fikrim vuracağım topta değil, süzüle süzüle gelmekte olan, göğsümde yumuşatacağım yardaydı. Hatta bir ara Latif Doğan'dan 'Yar gelecek yar gelecek/ Dünya bana dar gelecek/ Ismarladım Beydağı'ndan / Tane tane kar gelecek' adlı türküyü tıpkı Latif Doğan gibi bağırarak okudum. Sonunda da adeta bir Kuzeyin Oğlu gibi şiir okuyayım istedim, fakat aklıma uyaklı şeyler gelmedi.
Saat 14:00'ı gösterdiğinde maçtan önceki son ders olan Termodinamik'e girmek üzere kantinden çıktık. O sırada telefonum çaldı. Nazlı yar arıyordu, nazlı yarin sesi solgundu. Nedeni çok geçmeden çıktı ortaya. Birkaç dakikalık görüşmenin, belki de daha doğru tabirle susuşmanın ardından 'Bitti..' dedi. Biraz midem bulandu. Ama en nihayetinde sadece 'İyiydik aslında..' diyebildim.
'Bitti!' dedi. Hiçbir şey diyemedim. Hattın kesilmesinden şüphelenmiş olacak ki 'Demirbey?' diye sorarcasına seslendi. Sesim titrediği için kuru kuru 'Hı?' diyebildim. 'Bitti sonunda. İyi misin? Kurtuldun bak bitti! Allah'ıma şükürler olsun.' dedi ve ağlamaya başladı. Bilgisayardan bitip bitmediğini bir de kendi gözümle kontrol ettim. Haklıydı, sonunda bitmişti. Elleri titreyen kızları çok severim. O gün benim ellerim zangır zangır titredi. Merdivenleri üçer beşer inip alelacele bir sigara yaktım. Sigara kendime gelmemi, toparlanmamı sağladı. Artık iyiden iyiye oyuna, oyuncağa dönmüş olan Gıda mühendisliğini bitirmiştim. Araf olarak adlandırdığım eğitim hayatımın bitmesi için, bu araf dönemi bitmeden, sonlara doğru da olsa (30. kanto 73. satır) Beatrice'in gelmesi gerekiyordu. Ve hemen hemen o bölümlere denk bir zamanda, bana ait olmasa da gelmişti. Geldikten kısa bir süre sonra da araftan cennete geçişi yaptım.
Kısa bir zaman aralığı içinde hiç bitmeyeceğini sandığım, hiç bitmeyecekmiş gibi sürüp giden şeyler bitti. İmkansız diye birşeyin olmadığını unutmak üzereyken bu mezuniyet iyi geldi.
'Biliyor musun? Ben penguenler sınıfına yükseldim.' dedi. 'Aferin, en iyisini yapmışsın.' diyip geçiştirdim. Bıyıklarımla oynayıp uçlarını burmaya, kedi okşar gibi saçlarımı okşamaya başladı. 'Samet de baykuşlar sınıfına geçmiş.' dedi. Devlet okulu mu Hogwarts mı bu amına kodumunun kreşi diye düşündüm. Samet grifindora, Defne sliterine geçmişmiş de. Samet seçilmiş çocukmuş da. Adı 'Minik Yıldızlar', mottosu 'Her çocuk bir yıldızdır!' olduğu için benim gibi sığ, yaptığı işi keyifsizce, özensizce salt çorba maksatlı yapan kişiler tarafından yönetildiğini düşündüğüm ve bu yüzden sempati duyduğum bir kreşten baykuşlar sınıfı, penguenler sınıfı, avam sınıfı vs diye neşeli isimler beklemiyordum. '4 Yaşındakiler' veya 'Beş buççuk yaşındayım beeeeeen diyenler' sınıfları benim kreşimde düşüneceğim isimler olurdu. Her çocuğun yıldız olduğuyla ilgili mottoyu ise sırf ana babası bayramda, arkadaş toplanmalarında çocuklarının gerizekalı hareketlerine binaen 'Bizim çocuk çok akıllı.' , 'Bizim çocuk yaramaz değil, gerizekalı da değil hiperaktif hiperaktif' diyebilmesine kılıf olsun diye koyulduğunu düşündüğüm için destekliyordum. Kalkıp "Hiçbirinizin çocuğu gerizekalı, idiot yahut da yaramaz değil. Yaptıkları tüm o sersem hareketler Minik Yıldızlar kreşinde sadece HİPERAKTİF'liğe yorulacak. Çocuğunuz mal değil HİPERAKTİF!" diye içim dışım bir bi mottoyu da kullanabilirdim orası ayrı. Sorana yıldız amına koyim. 5 Yaşındaki bir dimağ ne kadar yıldız olabilirse, sanki bana Kasparov'u yeniyor da yıldız, sanki bana Küçük İbo. Neyse...
Sanki bana ikinci öğretim, sanki bana akşam okulu. Parlayan yıldızlarmış, hadi oradan!
Penguenler sınıfına geçişini düğün dernekle kutlamak istiyordu küçük Defne. Top verdim ve sağa sola fırlatıp arkasından koşmasını öğütledim. Bana da bulaşmamasını... Fakat Defne ona sunduğum eğlenceden ayrı olarak çikolata yemek ve de pıley sıteyşında oyun oynamak istiyordu. Son kullanım tarihinin geçmesine az kalmış bi çikolatayı dayadım ben buna. Afiyetle yedi. Pıley sıteyşın isteğinden de hemen soğusun diye basketbol oyunu açıp, God Mode'daki oyunu tutuşturdum eline. Koca konsolda zaptetmesi gereken en az 11-12 tuş vardı, o ise sadece X in tepesinde geziniyor, adeta basketbolun Barcelona'sı gibi rakibini pas manyağı yapıyordu. Bir de kareyi veya shot stick'i öğretsem iki tuşla maçın içinde kalmayı başarabilirdi belki. Bilemiyorum...
Kısa süre sonunda oyundan sıkılan Defne yine yeni yeniden bana sarmaya başladı. Sırtımı okşuyor, beni çok sevdiğini dile getiriyordu. Ters bir tepki vermem dahilinde lezbiyen olur, anası babası bana kinlenir diye ben Defne'yi çok anlayışlı karşıladım (Bkz. Freud'un çocuk psikolojisi). Yine de pedofili olarak nitelendirilmeme maksatlı araya bir sınır çizgisi de koydum. 'Çok güzelsin.' dedi bana küçük Defne. Erkeğin güzel olanına yakışıklı dendiğini açıklamaya çalıştım. 'At güzeldir, yediğin yemek güzeldir, yazdığın yazı, baktığın bulut, kız kişisi, o kızın kulağı, seviyorsan mesela o kızı ayağındaki bacağındaki kusurlar mesela güzeldir ama erkek güzel değil yakışıklıdır.' diye ders verdim. Duramayıp İngilizce'de flowers, breads, fishes gibi şeyler olmadığını, bu noun'ların sayılamayan şeyler olarak nitelendirildiğinden 10 tane de olsa flower, bread, fish olarak yazılıp okunduğunu ama ekmeği nasıl olup da sayamadıklarına bir türlü aklımın ermediğini anlattım. Sonra konuşmanın dizginlerini Defne'nin elinden tümüyle alıp, hazır yıllar yıllar sonra beni seven, benden hoşlanan bir dişi kişi bulmuşum diyerek bende sevilecek ne var, siz kızlar nelere bakarsınız vb sorularla çevirdim sohbetin yönünü. Bir erkeği; abi olarak sevmek, kardeş olarak sevmek, kankili olarak sevmek gibi pis, adamın kafasını düşüren şeyleri hissedip hissetmediğini, bunların neden sadece kızlarda olduğunu; bunu aşma, yenme durumunun mümkün olup olmadığını, zira sevdiğim kızın beni sevmesinin halay çektirici etkisinin, beni 'Arkadaş olarak sevmesi' ile yok olup gitmesinden korktuğumu, 'Şimdi o kız kesin beni seviyor baya, ama ya çoğiyi arkadaş olarak seviyorsa napıcaz muhtar?' diyerek anlattım.
- Allah'ını seven üzerime Keremcem atsın!
Defne'nin verdiği cevaplar yaşına uygun, fakat benim ilgi alanım yaştaki hanımefendilere yorulamayacak cevaplardı. En son 'Albüm yapsam alır mısın?' dedim. Alırım dedi tereddüt etmeden. Tereddütün ne olduğunu bilmiyordu, bilse de edecek gibi durmuyordu zaten, zira çok seviyordu beni. Fotoğrafımı verdim Defne'ye kreşteki kız arkadaşlarına göstermesi için. Arkadaşlarına 'Bu abi albüm yapsa alır mısınız?' diye sormasını tembihledim. Olumlu tepkiler gelmesi dahilinde Keremcem'e rakip olmayı kafama koymuştum. Maymun iştahım beni bundan da vazgeçirene kadar...
Edit:
Yazının soundtrack'i de yazıya paralel, Gorillaz'dan olsun: Kids with Guns!