23.12.2013

The Observer


                Yazıya nasıl gireceğimi dahi bilmiyorum. İçimdeki İngiliz kanına izin versem 'Well' diye girerdi ama burada ukalalık olur. Etrafımda olup biteni 0.25X hızda izliyor olmaktan yoruldum. Her mimik, jest, koku, fasikülasyon, bakış, ses.. Sizin önemsiz varsayıp kulağınızdan sokup östaki borunuzdan çıkardığınız kimi ses dalgaları, gözünüzden sokup burun deliklerinizden çıkardığınız adı neyse işte her şey kafamın içinde birikiyor. Gordon Milne'in veda maçı 22 Aralık 1993 tarihli Ankaragücü maçı değil mi? Yep, 2-0 beybim. Radyodan hangi oturuş pozisyonunda, nasıl dinlediğim bile dün gibi aklımda. Hiçbir şeyi unutamıyorum, hiçbir şeyi üstün körü değerlendiremiyorum. O yüzden şimdi anlattıklarımı okumayı sevmiyorsanız bile ilerde bir gün kendi çocuklarım, ya da kendi çocuğummuş gibi sevdiğim bir başkasının çocuğu için güzel bir hikayeci olacağım. Bu rahatsızlığın ucunun güzel bir yere çıkması için öyle umuyorum ya da. Hoşçakalın..



18.12.2013

Ne İnkar Ne İtiraz Bu Yalnızca Spam-Final

Yazının ilk kısmını unuttuysanız lütfen şu linki de okuyup ondan sonra bu yazıya geçiniz:  http://www.demirbeyvebiyiklari.com/2013/09/ne-inkar-ne-itiraz-bu-yalnzca-spam.html



Arkada gitmek zaten alkolle dolu olan midelerimiz için pek de hoş olmuyordu. Emin'in şöförlüğüne bir itirazım, bir çamurum yok. Asla! Sadece genelde direksiyon başında olmayı alışkanlık hale getirmiş adamlar için arka koltuk hep sıkıntılı olmuştur. Şimdi bir de kafalarımız zaten durduğumuz yerde çalkantılıyken iyice zordu arka koltukta uzun yol. Mola sonrası arabaya geri dönerken Çağıl'ın hafiften depara niyetlendiğini fark edip Semih'i dürttüm. 'Ne yapıyor bu sikimin oğlu?' diye benim de aklımdan geçen soruyu sordu Semih. İçimizdeki tek ayık Emin, Çağıl'ın tüm kurnazlığıyla ön koltuğa hücum ettiğini söyleyince Semih'le ben koşmaya yeltendik. Daha start verilir verilmez ben Semih'i geçmiştim ki kolumdan çekildiğimi hissedip küfretme maksatlı arkamı döndüm. Çeken Semih'ti. 'La oğlum burada büyüğümüz var. Oktay var. Ne diye yarışıyoruz? A bu uyanık bebe de oturmayacak oraya, biz de oturmayacağız.' dedi. Cümlesinin her bir öğesine katıldığımı belirttim. Emin'e kapıyı kitlemesini söyledik. Emin, uzaktan kumanda vasıtasıyla kapıyı kitledi. Çağıl da tam bir hırsız, sıfatının hakkını verircesine tam bir tinerci gibi kapı kolunu zorlamakla yetindi. Oktay, olanca haşmetiyle arabanın başına geldiğinde Çağıl'ın yanında durup 'Ben büyük ağabeyim, öne ben oturaçaağm.' dedi. Güldük. Çakıl küfretti. İnadına arka koltukta da ortaya oturttuk uyanıksporluyu.


Artık hedefimize sadece 100 kilometre kalmıştı. Geçilen her bir kilometrede heyecanım artıyor, içimden karşısına çıkar çıkmaz söyleyeceklerimin piyesini düzenliyordum. Yolculuğun ilk üç saatindeki neşemden, muhabbete dahil oluşumdan eser kalmayınca Emin durumu fark edip bana laf attı:

Emin - Konuşmayı mı ezberliyorsun?'
Demirbey - Evet lan. Patron yanına çağırınca da hep böyle oluyor. Bin söyleyeceğim varken birini bile adam akıllı bitiremeyip çıkıyorum odadan. Sonra şişiyorum.
Çağıl- Emel Sayın yapalım istersen.
Emin - Benim arabanın bagajında kilim var pikniklik. Ona sararız.
Demirbey - Dürüm mü yapacağız lan kızı. Üniversite okumuş adamlarız medenice konuşurum ben, sıkıntı yok.
Semih - Hap map birşeyler soruşturalım lan orada. Cesaret için.
Oktay - Cesaret diye bebeye viagra kitleyeceksin değil mi lan? Elindeki prezervatif boşa gitmesin diye.
Semih - Ne alakası var oğlum. Ben konuşmadan önce içerim ki rahatlayayım diye. A bu bebe rahat değil daha.
Oktay - Emin lan, çek sağa da şurada bir prova yapsın çocukcağız.


Araba sağa çekildi. Provayı boşluğa karşı yapamayacağımı belirterek nazlandığım için kendi aralarında  kısa çöp çekme etkinliği düzenleyerek karşıma kısa çöpü çeken bahtsız Çağıl'ı verdiler. Çağıl, içlerindeki en idealiydi aslında. Boy pos manasında düşündüğümde ise tıpkı yardı. Fakat ne zaman ağzımı açsam hayalarımı ellemeye kalktığı için Çağıl'ı yarin yerine koyamadım. O sırada yolun karşı tarafında durmuş, anlamsız gözlerle bize doğru bakmakta olan köpeği gördük. Çakıl'la ben canımız oldukça tatlı olduğundan diğer üç kişiyi satarcasına hemen yere çömeldik. Köpeğin sırf ayakta duranları değil, kimseyi ısırmaya niyeti yoktu. Emin atılıp köpekle gayet güzel prova yapılabileceğini söyledi. Köpeğin ısırmasından hala korkuyor olduğum için önce teklifi refüze ettim fakat daha sonra köpeğin gayet geri zekalı, ısırmanın ne olduğunu dahi bilmeyen bir tip olduğu konusunda beni ikna ettiler ve Emin'in önerisini kabul ettim. Yolun karşısına geçmeye hazırlandığım anda içimizdeki en romantik insan Emin elime altı adet gelincikten yapmış olduğu buketi tutuşturdu ve ekledi : 'Herşey gerçekçi olsun.'. Ben çiçek tutamam lan elimde diyemedim, aldım çiçeği. Semih de diğer yandan kolumu çekiştiriyordu. Döndüm, o da avucuma prezervatif kutusunu tutuşturdu. Güldüm. 'Ayıp lan' dedim. 'Olaya bak.' diye bağırıp gülmeye devam etti. En son Oktay'a dönüp 'İyi izle ajan. İyi izle de bir yanlışımı görürsen söyle. Güveniyorum sana. ' dedim ve önce soluma, sonra sağıma ve sonra tekrar soluma bakarak karşıdan karşıya geçtim (Trafik dersine selam olsun).

Köpeğin başına vardığımda önce elimdeki çiçekleri kendisine doğru uzattım. Çağıl haklı olarak bağırdı: 'La merhaba demeden çiçeği mi veriyorsun. Kurye misin sen?'. Baştan aldım ve önce merhaba dedim. Birkaç ufak şey geveledim, çiçeği uzattım. Kokladı, sevmedi. Yere, ön patilerinin ucuna bıraktım nebatı.Yine ufak tefek birşeyler geveledim ve sonrasında cebimden çıkardığım bir kağıdı da çiçeğin yanına yere bırakıp geri, arkadaşlarımın olduğu yere döndüm. Naptın lan sorularının yağmur olduğu anda, konuşurken heyecanlanıp saçmaladığımı, bunun üzerine daha önceden yazmış olduğum bir yazıyı köpeğin ayak ucuna bıraktığımı belirttim. Şahsıma edilen küfürlerden düşüncelerimi duyamıyordum. Köpeğe dönüp baktım. Kağıdı yiyordu. 'Amına kodumunun hayvanı, kaç günümü verdim lan ben o yazıya. Hoşt yare vericem o kağıdı ben.' diye canhıraş yolun karşısına geçtim. Önce sola sonra sağa sonra tekrar sola bakmadan.. Ağzında tuttuğu kağıda uzattım elimi, hırladı. Biraz daha zorladım. Havladı. Yine küfredip, bırakmasını istediğimi bağırdım yarimin 48 kilometre uzağında olduğumuz topraklarda. Bırakmadı. Bırakmadığı yetmezmiş gibi bir de beni kovalamaya başladı. 'Kaçın la kaçın!' diye bağıra bağıra arabaya doğru depara kalktım. İyi koşmuştum, köpek beni yakalayamamıştı. Tam kendimi kapıdan içeri fırlatıp kapıyı kapattığımız anda, tırnaklarının arabanın kapısında bıraktığı sesi duyabiliyordum. Ucuz kurtulmuştum. 'Hayır yani selülozu sindirebiliyor olsak biz de yiyelim kağıdı. Ama ben de sindiremiyorum sen de sindiremiyorsun. Kağıt yemek de neyin nesi şimdi ya!' şeklinde sitem edip sustum.

Hayal kırıklığına uğratmıştım arkadaşlarımı. Oktay'ın tepkisi mühimdi. Yüzüne bakacak cesaretim yoktu. Bir derin nefes alıp topladım kendimi ve yüzüne bakmaya yeltendim. Yerinde göremedim. Biraz daha kafamı uzatıp ön koltuğa iyice baktım. Oktay'ın yerinde koltuğa gömülmüş bir şekilde Çağıl oturuyordu. 'Nasıl bir ölüsevicisin lan sen, nasıl bir kan emicisin. En sıkıntılı anımızda bile ön koltuğa koşturup orayı kapma derdinde olmak nedir?' dedim. Kızdı, bilmeden olduğunu belirtti, darıldığını beyan etti. Kıyamam deyip öpmeye kalktım. Öne doğru uzandığım anda götüme parmak attı. Çağıl hala Çağıl'dı. Ana avrat küfürleştik ki bilen bilir samimi arkadaşlık bunu gerektirir. Sol arka kapısından girdiğim arabada Oktay meğer en sağındaymış arka koltuğun. 'Diyemedim ajan. Ama korkma, karşımda köpek olduğu için odaklanamadım ben. Yar sıfatını görende bülbül olur, Bizimkiler'deki Papağan olur bu dil. İlham "O" sonuçta, kaç yazı yazdığımı sen biliyorsun bir hikayeden yola çıkıp. Güven bana. Güveniyorsun değil mi?' diye sorumsalca sordum. 'Göreceğiz.' dedi. Güvenini fena sarsmıştım anlaşılan.

Yolun kalan 48 kilometresi benim açımdan ölüm sessizliğiyle, Emin açısındansa Radyo Seymen'i aramakla geçti. Çağıl sağ olsun evden çıkarken yanına pet şişede nevale almış. Onu içtik sustuk. İçtik sustuk. Saat sabahın altısı olmuştu ve biz mütemadiyen susuyorduk.


Saat yedide, kalmakta olduğu evi bulduk. Binanın kapısının karşısına arabamızı çektik. Semih'le Çakıl uyudu. Emin gözlerini kapadı, ara ara muhabbete eşlik etti. Oktay'sa cep telefonundan birşeyler karıştırıp durdu. Sanki bir şeyler arıyordu. Neden sonra o da bıraktı telefonunu, kafasındaki kepi yüzüne örterek o da uyuma pozisyonuna geçti. Bir buçuk saatlik sessizliği ise ben bozdum. 'Çıktı lan!' diye bir bağırış bağırdım. Hafiften ortaya doğru kendimi atıp dikiz aynasından saçıma, göz altlarıma, dişlerime baktım. 'Allah'ını seven deodorant meodorant birşey atsın lan üzerime, adam kokuyorum.' diye çaresizce bağırdım. Emin torpidodan çam şeklinde bir araba kokusu çıkardı. Araba kokusunu önce yüzüme, sonra ellerime, sonra da koltuk altlarıma vs sürerek arabadan çıkıyordum ki Oktay adeta bir atmaca gibi koluma yapıştı. Telefonunu elime verdi. Ekranda Yoda'nın fotoğrafı vardı. Fotoğrafın altında da 'Do or do not. There is no try!' yazıyordu. Demekki telefonunu kurcaladığı dakikalarda bu ana hazırlık yapıyormuş. 'Roger that!' dedim ve yumruğuma vurması için yumruğumu uzattım. Pump my fist geleneğinin gerçekleştirdik.


Kapıya elimi attım ve açtım. Arabadan aşağı indiğim anda 'Emin'in "Laaaan!" şeklinde çaresizce bağırdığını hatırlıyorum. Sonra.. Sonrayı burada öğrendim işte. O günkü kadronun tamamı burada toplanınca.. O sabah ben, yare koşacağım derken arabadan adımımı atmamla yoldan geçen bir kamyonet bana çarpmış, iki ay komada kalmışım, ama sonra kurtaramamışlar, ölmüşüm vs vs. Hissetmedim ben o kısımları. Çocuklar çok üzülmüş. Annem fena olmuş. Daha fazla anlattırmadım ailemle ilgili olan kısımları. Nasıl üzüldüklerini tahmin edebiliyorum zira. Sonra ben, Kafka gibi 'Yakın la yazdıklarımı.' dememiştim. Onlar da sözümü dinlemişler ve ne yazdıysam hepsini bastırmışlar. Hepsinin içinde birer Max Brod varmış da haberim yokmuş. Hayalim ben bilmeden gerçek olmuş. Kötü yanı ise bir hikaye yarım kalmış aşağıda. Onca hazırlandığım bir hikaye.. Bir de arkadaşlarımdan biraz fazla erken ayrılarak dünyadaki makaralarının çoğunu kaçırmışım. Şimdi imrene imrene dinle işin yoksa.


Soundtrack de Anna Kendrick olsun. Yazı finali için yaşanan gecikmeden ötürü de ikinci bir soundtrack paylaşayım belki affolur.





1.12.2013

Bîkarış-ün Nehir-2

         Altı saat olmuştu ve o hala olması gereken yerde, geleceğini vaad ettiği yerde yoktu. Hem zaman geçer, hem de kilo almama yardımcı olur düşüncesiyle on beş dakika öncesinde almış olduğum poğaçaların da içinde bulunduğu kese kağıdına elimi atıp içlerinden kıymalı olanını yemek üzere aldığım sırada geldi ve karşımda dikildi. Ayaklarından yüzüne dek gezdim gözlerimle. Gözüm gözüne değer değmez 'Merhabalar olsun!' dedim alışık olduğum şekilde. Beşiktaş Belediyesi sponsorluğunda yayılmış bir halde oturmakta olduğum bankta toparlandım ve 'Gel yanıma otur.' dedim. Ne dediysem onu yaptı ve yanıma oturdu. Elimdeki kıymalı poğaçayı uzattım. 'Yorgunsundur al, kuvvet verir kıymalı poğaça. İçinde et var ne de olsa.' dedim. Kıymasından duyduğu şüpheyi gidermek için burnunu uzatıp kokladı ve sonra aldı. Ben de kese kağıdından başka bir poğaçayı aldım. Patatesliydi. 



       'Ben kızamam sana da niye geç kaldın? Ben beklerim. Geleceğini bildiğim için beklerim. Bilmesem de 'Ya gelirsen' diye beklerim. Bekleyerek aciz duruma mı düşüyorum peki? Şunu demek istiyorum: Sen en fazla ne kadar beklerdin beni? 

        Tanesi sekiz dakikadan yirmi üç sigara içtim. Kalan zamanda da düşündüm. Beraber yeriz diye aç gelmiştim. Sen yerken yediğimden tat alıyorum ben. Sonra unuttum açlığımı da yirmi üçüncü sigara hatırlattı. Bu poğaçaları aldım ben de. Senle yiyoruz şimdi. Gecikmeli de olsa istediğim oldu. Demin kokladın kıymasını ama emin ol bu çevrelerin en iyi poğaçacısıdır bu adamlar. Beğendin mi?

         Düşündüm demiştim ya. Gerçekten çok düşündüm. Sigaradan arta kalan zamanda değil sırf, sigara içtiğim sırada da düşündüm. Müjgan.. Senin gelecek olma ihtimalin yüzünden daha bir istekli bekliyorum ben seni. Ki bu çok güzel birşey. Ama geldiğinde bitiyor o aşkla, meşkle, yollarını gözleye gözleye bekleyişim. Geldiğinde de beklentilerim, kafamda kurduklarım da yaralanıyor hem. Demem o ki, sen gelme de ben hep bekleyeyim. Ben gidiyorum. Altı saat gecikmeli olarak..

        Poğaçayı da helâl ettim. Afiyet olsun'

        Ayağa kalktım ama nereye gideceğimi bilmiyordum. Karşıdan karşıya geçecekmişçesine bir sağa bir de sola baktım. Sola baktığım sırada omzumda bir el hissettim. Döndüm ve Müjgan'la göz göze geldim. 'Çok özür dilerim beklettiğim için.' diyordu Müjgan. Ben, kendi hür irademle beklediğimi sanıyordum, meğer o bekleTmiş. Gerek olmadığını, zira benim bir arkadaşımla sohbete geldiğimi belirttim. Hazırladığım konuşmanın alıştırmasını  yaptığım bankta oturan arkadaşıma, sokak köpeğine el salladım son bir kez. 

 Edit: Soundtrack bu sefer the Beta Band'den. Kitap bu yazıyla biter. Görüşmek üzere..

 



29.11.2013

Daha Çok Demirbey

Herkese merhaba,
Sana da merhaba Müjgan, merhabalar olsun..

Yazdıklarımı okumayı seven, elimden çıkacak şeyi merak eden arkadaşlarıma, yani sizlere bir müjde vereyim istedim:

Bundan böyle birinciblog.com adresinde, tahminlerime göre en az iki haftada bir bir şeyler karalıyor olacağım. Gerçekten yazmayı çok istediğim bir oluşumdan böyle bir davet almak beni hem mutlandırdı, hem gururlandırdı, hem de yazma konusunda iştahlandırdı. 


Bu yeni adımın demirbey ve bıyıkları için de olumlu etkisi olacaktır. Zira sadık okuyucular bilirler, yazma konusunda bir takvime bağlı, bir programa bağlı hareket etmiyordum. Birinci blog bana 'İş' kavramını kazandıracak bir mecra da olacaktır. Bundan sonra hem birinciblog.com adresinde, hem de burada yazdıklarımı okuyabilirsiniz. 

birinciblog.com 'da yayımlanan ilk yazımın linkini de paylaşayım tam olsun:  http://www.birinciblog.com/siz-hepiniz-ben-tek/

Herkes kendine ve sevdiklerine iyi baksın.

Edit: Soundtrack vermek istiyorum: The Who - Baba O'Riley


25.11.2013

Yazmış Olmak İçin

     Kapı zilinin sesine uyandım. Edeceğim küfürün dozajını belirlemek için telefonun saatine bakmak istedim, fakat yatağın elimle taradığım bölgelerinde telefonu bulamadım. Yatakta doğrulup gözlerimle daha geniş bir çevreyi taradım bu sefer. Görünürde yoktu. Doğru ya, radyasyon yemeyeyim diye telefonu içerideki odada bırakıyordum geceleri. Ne ara bu denli uzun yaşama yollarını arayan, ölümsüzlük heveslisi bir adam olmuştum ben?
 
      Yataktan ayaklarımı sarkıtıp terliklerimi giydim. Yan odaya geçip telefona baktım. Saat 9:42'ydi. Ana bacı küfredilmez, uyanılması gereken bir saat bu düşüncesiyle sadece zili çalanın şahsına küfrederek kapıya yöneldim. Kapıyı açtım. Gelen Sermet'ti. Benim kapıyı açmamı beklemeden ayakkabılarını çözmüştü bile. Kapıyı açmamla ayakkabılarını, sırasıyla topuklarına basarak çıkardı ve davetimi beklemeden içeri geçti. 'Uyuyor muydun?' diye sordu. Uyuyordum.

      'Sen uyumazdın bu saate kadar, hayırdır depresyonda mısın?' dedi. Uyuyor muydun sorusunu cevaplamamama rağmen görünüşümden kapı ziline uyandığım kanaatine varmıştı. Özür dilemedi. Susuzluktan kurumuş ağzımdan belli belirsiz bir 'Hoşgeldin' çıktı. O salondaki koltuğa yerleşirken ben banyoya geçip yüzümü yıkamaya başladım. Yüzümü kuruladığım sırada 'Müjgan yeni fotoğraf koymuş Facebook'a' diye seslendi. Yine Müjgan anılmıştı evimde sabah sabah. Ortada bir soru cümlesi olmadıkça cevap vermeme huyum yüzünden cevap vermedim. Havluyu yerine takıp salona geçtim. İkili koltukta oturan Sermet'in rahatını bozmamak için tekli koltuğa oturdum. Hoş, Sermet tekli koltukta oturuyor olsaydı da kaldırırdım. Tekli koltuğu benimsemiştim. 'Yeni sevgili yapmış. Yakışıklı da değil yine. Kız çirkin seviyor lan ehhehe' diye güldü. Evlensin artık dedim. Yerinden kalkıp mutfağa doğru yürümeye başladı. Buzdolabını açıp raftaki biralardan iki tane aldı. salona gelince bir tanesini açıp bana uzattı. Tokuşturmak için havada beklettiği şişesine bakmadan kendiminkini kafama diktim. 'Kafana takıyor musun, takmıyor musun anlamıyorum ben seni. Evlensin ne demek lan? Godoş mu oldun iyice?' dedi. Daha fazla deneyip daha fazla yenileceğine evlensin istiyordum. Zamanı boşa harcayacağına, bir an önce bulsun eşini istiyordum. Bana gelince.. Kendi adıma bir şey istemiyordum. Sadece artık etraftan yeni birileriyle sevgili oluşlarını değil; evlenişini, çoluk çocuğa karışışını duyayım istiyordum. Belki de öyle bitecekti Müjgan kafamda.

      'Sabah sabah niye Müjgan diye geliyorsun? Sabahı geçtim niye Müjgan diye geliyorsunuz hala? Sadece yazı yazmama yardımcı oluyor o kadar. Onla ilgili haber almama da gerek yok. Ben kuruyorum kafamda Müjgan'ı, Müjgan'ın benden sonraki hayatını. Duysanız da söylemeyin bana, vallahi duymak istemiyorum.' diye biraz çıkıştım. Sonra pişman oldum. Az değil ama çok içtiğimde soruyormuşum Müjgan'ı. Öyle diyorlar. Belki Sermet'e de sormuştum vakti zamanında da ondan gelip Müjgan'ın yeni ilişki statüsünü bana söyleme gereği hissetmişti. Sigara uzattı. Yemek yemeden içmediğimi söyleyip reddettim uzattığı tek dalı. Yanımdaki sehpanın üzerinde duran tableti aldım. Berrin vardı açtığım ilk sosyal paylaşım sitesinin tepesinde.

       Çok içtiğim zamanlarda dahi kimseye bahsetmiyorum sanırım Berrin'den. Kimseden duymadım adını. Ananı sikeyim site kere diye sinirlenip elimdeki tableti yavaşça aldığım yere bıraktım. Kafamı kaldırdığımda Sermet'in bana bakmakta olduğunu gördüm. Sinirlendim ama milyarlık bebeği fırlatamıyorum. Memur çocuğuyum en nihayetinde, malımın kıymetini biliyorum dedim. 'Ne adamsın lan' diyip güldü. 'Ben, bir ayakkabısına, bir pozuna bakarak birinin neyi sevdiğini çözerim. Eğer sevdiği şey, benim sevdiğime yakınsa o birini de severim. Ama zilyon tane fotoğrafla, zilyon tane kendini tanıtma cümlesiyle herkes iç organlarını döküyor lan ortalığa bu instagramda, twitterda. Sonra sürekli Cemal Süreya şiiri paylaşan kıza, Cemal Süreya'yı Bank Asya İkinci Ligi'nde Antep Büyükşehir Belediye Spor'un orta sahasının bel kemiği sanan adam, ekşisözlükten arayıp öğrendiği, en çok beğenilen  üç beş şiirinden birini yapıştırır. Sonuç: MISSION COMPLETED. Eee, sonra bu ikisi çıkarlar. Eleman kızın sevdiği şeyleri bu sitelerden bildiği için bir süre, ateş geçene dek işi gayet güzel gider. Ama eleman Cemal Süreya sevmiyor olur genelde. Hatta şiiri bile sevmez çoğu. Bir iki ay kadar sevmediğini kimse anlamaz ama. Kızcağız bile... Boşu boşuna kızın zamanını kendinde harcatır, kendi zamanını kızda harcar. Sinir oluyorum lan bu işe artık.' dedim. Sigara uzattı tekrar. 'Ver monako, ver sigara da öleyim ben.' diye söylenerek aldım sigarayı. 'Yahu senin dediğin tutarsız bir kere. Kimi aşklar var, aralarında gram beğeni benzerliği yok ama oluyor işte. yürütüyorlar bir şekilde. Sinirlenilecek şeylere sinirlenmiyorsun da nelere sinirleniyorsun sabah sabah.'


         - Bak senin sevdiğin grupları bilmiyorum. Ama benim sevdiğim gruplar yahut filmlerle ilginin olmadığını da biliyorum. Yalın sevdiğini biliyorum nereden aklımda kaldıysa. Yalın'la işim olmaz. Müziğini bilmiyorum bile. Ama sırf gerçek adı olan Hüseyin yerine soyadıyla piyasaya çıktığı için mesafeliyim arkadaşa. Ben yarın kitap yazsam kapağına yazar olarak Güçdemir mi yazdırayım şimdi? Hayranlarım gerçek adımı hastahane kayıtlarımdan, vergi iadesi zarflarımdan mı öğrensin allasen? Neyse asıl demek istediğim, ben senin neyi sevip neyi sevmediğini bilmiyordum. Ama senle ilk tanışmada ayakkabına baktım. Adidas'ın London modeliydi. Hop! Seninle on beş dakika konuşmam için gerekli olan şey sağlanmış oldu ve konuştuk tanıştık. Kalender adammışsın, ayakkabı yalan söylemez. Ama sen kalkıp sırf benimle arkadaş olmak için o London'ları çekmemiştin, gelip benle Kim Hiorthoy muhabbeti de açmadın. Böyle olsun diyorum sadece de ne ara bu kadar sinirlendim onu hatırlamadım.
          - Hashtag?
          - Onun ben...
          - Hashtag'e cümle yazan kızlar var lan. Daha da beteri, bunu yapan adamlar var. Çıkma teklif etsen yeridir.

            - Eskiden insanlar olmak isteyip de olamadıklarını çocuklarında oldurmaya çalışırlardı. Sabahattin isimli adamın, çocuğuna Berkay, Alara vs isimlerini koyması gibi. Küçüklüğünde annesine halı yıkamaya yardım eden kadının, kızını dört yaşından itibaren baleye göndermesi gibi. Şimdi değişti her şey. Çocuk yapmayı beklemiyor kimse olmak isteyip de olamadığını oldurmak için. Herkes olmak isteyip olamadıklarını sanki öyleymişler gibi gösteriyor. Eğlenmiyor, ama cıvcıvlı bir mekanda eğleniyormuş gibi gözüktüğü bir fotoğrafla düşman çatlatmayı akıl edebiliyor. Eğlenen insan fotoğraf çektirir amenna, ama kalkıp onu daha ortamı terk etmemişken yayınlamaz. Oyunun en güzel yerinde pause'a basılır mı allasen Sermet! Vit vit sürekli telefon elinde. Daha çok uğraşıyoruz artık Sermet! Korktum yar inanır sağa sola diye. Google'la dövüşesim var.
            Sen kahvaltı yap dedi Sermet. Evde ekmek yoktu, almaya da üşeniyordum. Mutfağa gittim, yenilebilecek bir şey olup olmadığına bakmak için. Salam buldum, son kullanma tarihine iki gün kalmış. Kakaolu gofreti kestirdim gözüme bir de. Gofretin arasına salam koyup yedim beş dakika boyu. Son lokmamı yutar yutmaz sağ elimi kaldırıp makas işareti halinde Sermet'e uzattım. İşaret ve orta parmağımı fiti fiti sallayarak sigara istedim. İki parmağımın arasına al da iç dercesine bıraktı.
            Sence Berrin ne seviyor diye sordu. Ben hariç birşeyleri dedim.


Soundtrack: The XX'ten çokzel, çok naif bi parça-Crystalised. (#Soundtrack'i kendinden daha güzel olan yazılar)

24.11.2013

Ufak Ufak

Bin düşünüp bir hareket ederek ufak ufak yaşıyorum iki haftadır. "Ta daaaaaa" anı gelene kadar da öyle devam edecek. Gül cemale gülümsemeler insin diye ne düşünüyorum hey Hat..

Kasım ayını yazı yazmadan geçirdim. Yoğunluk..
Meziyetlerimi kullanabileceğim bir iş yerine, iyi para kazanabileceğim, bitirdiğim bölümde öğrendiklerimi uygulayabileceğim bir işte çalışınca böyle oluyor. Ümidim kitabın beğenilip beni bir ikinciye sevk etmesi, sonra üçüncüye, sonra dördüncüye. Ve en sonunda "Ben kitap yazarak geçimimi sağlıyorum" diyebileceğim günün gelmesi. İlk kitap sırf gülsünler diye ayrı ayrı dönemlerde gönlüme değen her bir kadına yazdığım yazıları içeren bir kitap. Blog'a yazı yazmadığım bu koca bir ay içinde genelde kitabı rötuşlayıp durdum zaten. Yaklaşık 200 sayfalık bir şey var elimizde. Önümüzdeki hafta içinde kitapla ilgili bir haberi de buradan paylaşırım diye ümit ediyorum.

Ve bin düşünüp paylaşıyorum aşağıdaki şarkıyı da. Sakin sakin..


16.10.2013

A CLAAG - FİNAL

             Çay kaç dakikada biter diye geçiriyordum içimden. Fincansa değişir, ajdaysa değişir tabi. Umarım fincan söyler,çünkü ajda bardak bitene dek iki sigara içilebildiğini hatırlıyorum. İki sigara yedişer dakikadan on dört dakika eder. Derdimi dememe yetip yetmeyeceğini kestiremiyordum. Sonunda, kafamın içinde dönen hesaba bir son verip konuşma süremi netleştirmek için oturacağımız yere girmeden önce son kez konuştum:
           
             - Bir bardak mı içeceğiz çayı sadece?
             - Evet.
             - Fincanla mı getiriyor buradakiler, ajdayla mı?
             - İkisi de var. Ama fincan çabuk soğuyor diye sevmiyorum ben.
             - Bak ne kadar çok ortak özelliğimiz var da haberimiz yok. Ben de sevmem aynı sebepten ötürü. Ama fincanı bitirmesi daha uzun sürer sanırım.
             - Bitiyor iki türlü de.
           
             Bu işin bir kursu, bir halk eğitim programı falan varsa Çimen kesin ona gidiyordu. Nasıl da moralini bozuyordu insanın. 'Bitmez' de. 'Semaver söyleyelim' de. 'Çay biter ama yarın yenisi olur, o yenisinden içeriz.' de. De bir şeyler ki boynum, vazo kırmış çocuğun annesinin karşısında dururkenki hali gibi bükülmesin.

             Yere bakarak ilerliyordum. Gözümün önünde mavi ayakkabıları. Kırmızı olmamalarına rağmen güzeller. Kirlenmesin diye, basacağı kaldırım taşlarına gözümle önceden basıyordum. Birinin altında bir çamur birikintisi, bir su deryası fark etseydim de ayakkabılarını kirlenmekten kurtararak kahramanı olabilseydim. Hem kaldırım taşlarının her birinin altı tertemizdi, hem de Çimen, sanki havada yürüyormuş gibi yumuşacık basıyordu ayaklarını yere. Ben bu gibi düşüncelere dalmışken bir anda Çimen'in ayaklarını kaybettim. Panik içinde kafamı önce sola sonra çevirdim. Denk gelemedim kırmızı paltosuna. Hemen sağa çevirdiğimde ise bin şükür gördüm O'nu. Çay bahçesine gelmiştik ve Çimen kapıdan girmek üzereydi. Topallamasını engelleyemediğim sol bacağıma rağmen bir gayret hızlanarak yetiştim kapıdan girişine. Kapı metaldi. Gecenin ayazını yemiş olduğu için Çimen'in elini üşütürdü. O, kapının koluna erişemeden açtım kapıyı. Önce O, ardından ben içeri geçtik.

              Daha önce geldiği, hatta sanırım sık sık geldiği bir yer olsa gerek ki çalışanlar kapının girişinde O'nu görür görmez samimi bir gülümsemeyle selamlayıp, biraz sonra oturacağımız masanın yolunu açtılar. Bu da, Çimen'in hep bu masada oturduğu kanaatine sahip olmama neden oldu. Çimen 'İki çay!..' diye bağırdı. '...Ajda bardak!'. Son cümlesini söylerken ilk defa bana bakarak güldü. 'Fincan çay vermeyin kimseye! Sonra dudaklarını değdirip değdirip çekiyorlar. Bir çayla tüm gün mekanda takılıyorlar.' diye bağırdım ben de. Son cümlemi söylerken ilk defa O'na bakarak güldüm. Kendi gülümsemesinin sonunu henüz getirmemiş, dudaklarının iki ucu hala yukarıya doğru kavis yapıyordu. Gülümsemesi gülümsememle çakıştı. İşte bu da ilk gülüşmemiz oldu.



             - Sen mi başlamak istersin?
             - Evet. Özür dileyerek. Aslında filmlerde oluyor böyle karşısına çıkıvermeler. Siz, kızlar da hoşlanıyorsunuz sonra ve filmin baş rolünü oynayan, bu aniden esas kızın karşısına çıkıveren esas oğlanı öve öve bitiremiyorsunuz. Kah sanal ortamlarda, kah kendi sohbetlerinizde... O filmlerdeki adamın yakışıklılığının sağladığı bi tölerans puanı var tabi. Bende o yok. Ama bilemiyorum. Bir şey olacaksa böyle olmalı dedim. Big Fish'teki gibi. Sen de heyecanlan, ben de heyecanlanayım.
             - Vedat..
             - Ben, seninle ilgili ne hissediyor, ne istiyorsam, ne düşünüyorsam söylemeye geldim. Söyleyeceklerimin hepsini hemen her gece düşündüm ve sıraya koyarak geldim. Sırayı nereye koyduğumu unuttum ama şimdi karşında. Doğaçlıyorum.
           
             O sırada çaylarımız geldi. Geri sayım başlamadan önce bi giriş yapma fırsatı bulduğum için içten içe seviniyordum.

             - Sıcaktır, bekletelim biraz. Sonra başlarız içmeye.
             - Üfleriz belki, soğur.
             - Bir sonraki çay içişimizde üfleriz. Şimdi zaman kısıtlı, yanık dillerle dudaklarla konuşmayalım diye demiştim.
             - Vedat!..

             Kocaman gözlerinin yüzüne vuran ışıktan küçülmüş göz bebekleri büyümüştü. Sinirli ses tonuyla adımı anarak başladığı cümlenin devamını getirmeden önce etrafına hızlıca bakındı. Bir kez yutkundu.        
   
             - ... Yakın zamanda ikinci bir çay içişimiz olmayacak.
             - ...
             - Olmayacak çünkü benim sevgilim var. Yakın zamanda olmayacak dediğim için istihap haddine dek umutla doldurma kendini lütfen. Mutluyum ben. Belki hiç olmayacak. Bu ağzından çıkanlar olmasaydı bardaklar dolusu çay içerdik. Ama beni seven bir adam zaten var. Seni, bu içindeki ben sevgisiyle nasıl karşıma alabilirim, nasıl konuşmaya devam edebilirim senle. Sen de duramazsın yanımda zaten. Hem Fırat...
             - Harun!
             - Ne Harun'u?
             - Sevdiğim ama yolumun kesişmediği ya da ayrıldığım kadınlar Müjgan. O kadınlara benden sonra veya şimdi olduğu gibi benden önce gidip beraber olan her adam da Harun.
             - Müjgan mı oldum şimdi ben de o zaman?
             - Şimdi değil. Benden uzaktaydın zaten. Müjgan'dın yani. On beş dakika evvel Çimen oldun. Şimdi göz göre göre Müjgan oluyorsun yine. Sırf ben daha erken gelemedim diye. Ve hayatıma bir Harun daha ekleniyor.
             - Müjgan'la benim yaptıklarımı bir tutmak oluyor ama bu. Yok mu başka bir isim başka bir filmden?
             - Yo değil öyle. Ne yaparsa yapsın seviliyor ya Müjgan. Ona binaen benim isimlendirmem. Harun'u sorma ama. Bilmiyorum..
           
             İkinci gülüşmemiz gerçekleşti o anda. Ve muhtemelen sonuncu gülüşmemiz olacaktı bu, zira sohbet pek hoş yönlere ilerlemiyordu.

             - Çay bitmez oldu bak şimdi de.
             - Müjgan deme bana
             - Demem, söz. Takılma artık.
             - Takılmıyorum. Ama Harun'u bırakıp şimdi senle çıksam bu çay bahçesinden Müjgan olurum asıl. Harun'un Müjgan'ı. Yapamam.
             - Harun.. Seviyor mu seni çok Harun?
             - Öyle söylüyor.
             - Söylenen şey geçersizdir.
             - Sana göre..
             - Ben sana hiçbir sevgi sözcüğü, aşklı meşkli cümle, süslü laf etmedim. Ben buraya sana ne hissediyorsam söylemeye geldim, söyledim. Sen gördün zaten yüzümden en süslü lafı da, en facebook'ta akrabaların paylaştığı aşklı meşkli özlü sözü de. Yol boyunca beni susturuşun da bu yüzdendi. Yüzüme bakıp ağzımdan çıkanın gerçekliğini gözlerinle görmek istedin.
             - ...
             - İçecek misin çayını?
             - Hani fincan istiyordun? Ne şimdi bu acelen?
             - Şu anda aklın bu masayla, benle meşgul. Bir an önce çıkayım istedim. Harun'a hissedeceğin herhangi bir şeyi benim yüzümden hissedemiyorsun.
             - Her an bir şey hissetmek zorunda mı sevgililer?
             - Bilmiyorum. Öylesi güzel geliyor.


             Bardağın yarısını dolduran çayı bir dikişte içtim ve ayağa kalktım. Deri ceketimin iç cebine attım elimi. Yapmış olduğum rulo, bir gündür çıkmadan orada beklediği için düzelmesi zaman alacaktı. Rulo haline gelmiş kitabımı çıkardım iç cebimden. Masanın üzerine bıraktım. 'SEN GÜL DİYE YAZDIM'.

             Gülümsedi yine. Tutamadım ayna gibi yansıttım gülüşünü. Gülümsedim ben de. Yanılmışım. Son gülüşmemiz ben O'na sırtımı dönüp çay bahçesinden çıkmadan önce gerçekleşti böylece. Harun'lar arasına yeni bir Harun ekledim.
           
              O'na söylemedim ama Müjgan'lar arasına da yeni bir Müjgan ekledim.

           Edit: Bu mini macera gayet mutsuz sonla bitti. Yine de cast akarken çalan şarkı, soundtrack biraz olsun içinizi açacak. Gorillaz - Feel Good Inc.


             

9.10.2013

Şükran


Hepinize teşekkür etmek için giriyorum bu gönderiyi. Herhangi bir edebi değeri yok. Diğer yazılarında var mı ulan diyenler olur, ben olsun diye uğraşıyorum, var diye de düşünüyorum. Hikaye anlatma, güldürme, ağlatma gibi derdim de yok bu yazıda. Sadece teşekkür ediyorum yazıları okuyan, yorumlar yapan, yeni yazı var mı diye belli aralıklarla adres çubuğuna sitenin adını işleyen herkese.

Siteye ne var ne yok diye uğrayan sayısı ha bugün ha yarın kırk bini (40.000) bulacak. Uzun yazılar yazılan, yazarı ünlü olmayan, popüler olaylardan uzaktaki konularla haşır neşir, herhangi bir yerde tanıtımı yapılmayan, yalnızca Müjgan Müjgan diye inleyen yazılar içeren; yaşamayı Müjgan gibi bir şey bellemiş, ölmeyi Müjgan yok demek varsayan bir blog için oldukça önemli bu eriştiğim ziyaretçi sayısı.

En özel teşekkürüm de hanımlara. Zira burada ne yazdıysam tamamını onların sayesinde, onlara yazdım. Kimini sırf O gülsün diye yazdım, kimini sırf O gülmedi diye.. Kimini ise sırf O başkasına gülüyor diye yazdım.. Onlara yazdıklarımdan da onlarcası nasiplendi, gül içinde kaldı gül cemaller. 

Altı sene önce başlayan heves, maymun iştahı virajını yoldan çıkmadan başarıyla aldı ve bugün 190 yazıyla kocaman bir arşiv haline geldi. Önce sayelerinde, sonra sayenizde. 

Hepinize sonsuz teşekkür ederim..

Edit: Soundtrack, geçen yazıda söz verdiğim üzere Of Montreal'den: Gallery Piece


6.10.2013

A CLAAG-2

             Kırmızı ayakkabılarıma baktım. Fakat sanki o gün başıma geleceği önceden tahmin edip uzak durdum kırmızı ayakkabılarımdan. Gök mavilerini seçtim. Aslında ara tonların önemi yoktu. Gözleri sadece ana ve ara renkleri, diğer bir sınıflandımayla soğuk ve sıcak renkleri seçebiliyordu. Benim için turkuaz-gök mavisi arası renkteki babetlerimi giydim. Onun için salt mavi..



             Dışarı çıktığımda ortalığın sanki dün hiç fırtına kopmamış gibi olduğunu gördüm. Güneş gözlüklerimi gözlerime indirdim. Benim türbanım da bu. Gözlerimden etkileniliyor. Güneşe rağmen rüzgar insanın içini ürpertiyordu. Arkadaşlarım gelene dek yukarı çıkıp kırmızı redingotumu aldım ve geri dönüp kaldığım yerden beklemeye devam ettim. Önce Fırat geldi. Daha dün görüşmüş olmamıza rağmen ağzımdan 'Özlemişim.' itirafı döküldü. Güldü, sarıldı. Konuşmadan, sadece bakışarak kızları beklemeye başladık. Hemen arkasından aynı evde kalan Tuğçe ile Elif bize katıldı. En süslüleri İpek doğal olarak en geç geleni oldu. Beşlimiz tamamlanır tamamlanmaz yola koyulduk. Her zaman yumuşak adımlar atmayı sevmişimdir. Ama o sabah fazladan dikkatli davranarak daha yumuşak adımlar atmaya çalışıyordum. Zira her kaldırım taşının altı 'Üzerimize basılsa da dizlerine kadar kirletsek' şeklinde bilenmiş su-çamur ikilisiyle doluydu. Şehir merkezine henüz girdiğimiz sırada Fırat'ın kahkahasıyla kafamı kaldırdım. Yol boyu karşıdan gelenden ziyade, ayağımın altına alacağım kaldırım taşına odaklandığım için tüm gülünecek malzemeyi kaçırmıştım. Sırasıyla Tuğçe, Elif ve İpek'e soran gözlerle baktım. Ama onlar da Fırat da gülmekten konuşacak durumda değillerdi. Sonra Tuğçe kafasıyla yerde yüz üstü yatmakta olan bir adamı işaret etti. Beyaz gömlek ve siyah kravatının üzerine yanık kahve renginde bir deri ceket giymiş, kumaş pantolonunun altında da bordo spor ayakkabıları olan adam yerden doğrulmaya çalışırken yardım etmek isteyenlerin ellerini görmezden geliyordu. Bacaklarında bir sıkıntısı vardı ki ayağa kalkarken özellikle sağ dizinden kuvvet alarak zorlukla doğrulmayı seçti. Düştüğüne değil de üstünün başının kirlenmesine üzülüyor gibi bir hali vardı. Ayağa kalkar kalkmaz kafasını iki yana sallayarak üzgün ve panik dolu bir tavırla kıyafetlerini, cebinden çıkardığı temiz bir peçeteyle silmeye çalıştı. Sonra ellerini ve yüzünü de ikinci bir peçeteyle sildi. Yüzüne ilk defa, yüzünü sildiği sırada bakmak aklıma geldi. Tanıdık biriyi sanki. Tanıyor muydum?

             Tanıyordum. Vedat'tı bu.

             Tahmin ettiğim gibi sol bacağı aksıyordu ve o halde bana doğru hızlıca yürümeye çalışıyordu. Neden geldiğini ve ne olacağını aklımdan geçirmeye çalışıyordum ki kolumun sıkıldığını hissettim. Bakışlarım önce koluma; oradan kolumda duran ele, o elden yola çıkarak da bilek, dirsek, omuz, boyun, çene ve göz yolunu izleyerek İpek'in gözlerine dek gitti. İpek, gözlerini kocaman açmış 'Ne oldu?' diye soruyordu. 'Gidin siz, eski bir tanıdığım o adam benim. Beni görmeye gelmiş sanırım.' dedim. Haklı olarak 'Fırat?' diye sordu. 'Eski sevgilim, eski nişanlım, eski bir şeyim değil. Eski bir arkadaşım bile değil, tanıyorum hepsi o. Gidin hadi.' diyerek sırtından hafifçe ittirdim İpek'i. İpek, Elif ve Tuğçe'ye göz kırptıktan sonra Fırat'ın koluna girerek yanımdan uzaklaştı. Elif ve Tuğçe de onu takip ettiler. Bu sırada Vedat da git gide yaklaşmıştı. Kendimi toplayabilme maksatlı geldiği istikamete sırtımı dönüp derin bir nefes aldım. Üç saniye içinde ne düşünülüp ne planlanabilirse Vedat'la konuşacağım sırada ne söyleyebileceğimi düşünüp planlamaya çalıştım. Bu üç saniyenin sonunda elimde koca bir hiç dururken daha önce hiç duyamadığım sesi kulaklarıma çalındı. Dilini ve dudaklarını oynatarak çıkarmış olduğu ses adımı andırıyordu. Adımı daha önce hiç bu kadar güzel bir sesten dinlememiştim. Ona doğru döndüm. 'Naber?' şeklinde seslenmekten de seslenilmesinden de nefret ederim, ama o an için ağzımdan neredeyse bir 'Naber?' çıkıyordu. Naber'i bilinçli bir şekilde yuttum, Vedat deyişim ise kontrolüm dışındaydı.

              Sessiz geçen o birkaç saniye içerisinde O, gücünü toplamaya çalıştı. Sonunda burnuyla oynamayı bırakıp söze girdi:

           - Ayakkabılarım için kusuruma bakma. Bacağım acıyor diğer türlü, bunları giymek zorundayım ne giyersem giyeyim. Üstüm de çamur, üstümün de kusuruna bakma. Bacağım yine müsebbibi. Taşıyamadı heyecanımı soldakisi, yürümek için ne yapılması gerektiğini unuttu. Heyecanlandım, yanlış birşey demem umarım. Dersem de kusuruma bakma. Bitmedi görmezden gelmeni istediğim kusurlar. Bu sondu ama. Seni gördüm ya kalbim hızlandı. İnanmazsın onu da na  şuncacık bez yönetiyor. O bez salgılar üretiyor. Üretsin, vazifesi oysa üretsin tabi ama sırf seni gördüm diye o bez niye kendinden geçercesine, bu denli hızlı çalışıyor ki. Millet gönlüne hoş geleni henüz üç yaşındaki kardeşinden kıskanır ben böbreklerimin üzerinde adrenalin salgılayan bezlerden kıskanıyorum. Sinirleniyorum da, karışmasa keşke işime. Ben istiyorum ki zaman yavaşlasın, yılda bir kırpayım gözümü de kaçırmayayım bir anını gül cemalinin. Ama o, heyecandan elimi ayağımı bir ediyor. Tabiri caizse kendi sahamdaki maçta deplasman havası yaşatıyor bana kendi taraftarım. Anla nasıl zor, cümle kurması düşüncelerini belli belirsiz duyabiliyorken. Ben geldim, seni görmeye geldim. İnsanların ölmeden önce görülmesi gereken yerleri, görülmesi gereken şeyleri listeleyip bastığı onlarca kitabın olduğu ve bu kitapların dediği şeylere riayet eden milyonlarca insanın olduğu şu döneme inat görmek istediğim bir sen vardın. Gördüm çok şükür. Yine de 'Ölsem de gözüm açık gitmem' diyemiyorum. Giderim illaki. Çünkü benim konuşmam lazım sana. Biliyorum dışarı çıkmışsın. Dışarı çıkan insanın işi olur. Gel hayat memat meselesi değilse şu işin, benimle otur bugün, konuşalım. Çok konuştum, sana söz bırakmamacasına konuştum. İki kelime dışında ses tellerini titretişini duyamadım. Sen titret ben hayran hayran odaklanayım çekicime örsüme üzengime. Ben planladım da geldim kafamda binlerce şey, bir senin benle konuşmayacağını planlamadım. Şu anda istesen meydan dayağı attırırsın bana ama ben hissettim senin de dinlemek istediğini. Umarım çalışmadığım yerden vermezsin cevabını. Ben müspet muhabbete çalıştım durdum. 


Ama patlıcan bu
              Ilk defa birisi beni böbrek üstü bezlerinden kıskanıyor, ilk defa biri benim için bunca dil döküyordu. Geldiği yol, çektiği çile de gözümde canlanınca elimle beni bekleyen arkadaşlarıma gitmelerini işaret ettim. Fırat, ileri atılır gibi oldu, fakat Elif koluna girerek benim o mesafeden anlayamayacağım bir şeyler söyledi. Fırat güldü, hepsi gülmeye başladılar. Sonunda da ikna olup gittiler. Ben de Vedat'ın önüne düşerek en azından bir çay boyu oturabileceğimiz yere doğru onu sürüklemeye başladım. 'Gidebiliriz' deyip arkamı döndüm ve yürümeye başladım. Bacağının aksadığını tamamen aklımdan çıkarmışım, bana yetişme konusunda sıkıntı çektiğini fark edince ona hissettirmemeye çalışarak hızımı azalttım. Kısa süre içinde yetişti bana. Bacağının acısının suratına yansıyışını az da olsa seçebiliyordum. O ise hiç acı çekmiyormuş gibi yanımda daha dik, daha mağrur yürümeye çalışıyordu. Bakışları sürekli yerde. Karşıya bakmaya gerek görmüyor, yakındaki ayağının dibindeki alanla yetiniyordu. Yüzüme bakmıyor, eskaza kafasını yüzüme çevirdiği kısacık anlarda hemen eli burnuna gidiveriyordu. Elini nutuk atan siyasetçi eli gibi tutup işaret parmağıyla burnunun üst tarafını tutuyor, baş parmağıyla burnunun altına pıt pıt vuruyordu. Yan yana yürümeyi becerdiğimiz andan itibaren o, yol boyunca ilk karışlaşmanın soğukluğunu yaşatmamak için konuşmaya çalıştı. Ben de ona eşlik etmeye çalıştım dilim döndüğünce. Fakat bu şekilde hem yürüyüp hem konuşurken yüzünü göremiyordum. İlk konuştuğumuz yerde ağzından çıkan şeylerle yüzündeki ifade muhteşemlik derecesinde uyumluydu. Sırf o yüzündeki gerçek endişeye, içtenliğe, hayranlığa duyduğum hayranlığa karşılık, belki de hiç konuşmamamız gereken bir Ajda bardak boyu çay süresince konuşmaya karar vermiştim. Ama yolda geçen konuşmalarımız sırasında yüzünü, ifadelerini göremiyordum. Bu yüzden kısa, geçiştirmelik cevaplar verip duruyordum. 

                      -         Kızdın mı bana?

-         Ne için?
-         Geldiğim için. Sen gel demeden. Habersiz. Pis gibi, sapık gibi..
-         Bilmiyorum.
-         Ben de bilmiyorum.
-         Sen neyi bilmiyorsun?
-         Nasıl gelebildiğimi..
-         …
-         …

                     Nasıl gelebilmişti cidden? Bu kadar mı bağlıyordum hayata onu? Yoksa bana bağlanacak kadar mı kopuktu hayattan? İçim ısındı neden bilmem, bir gülümseme oturacak oldu ki dudaklarımın ucuna, zor tuttum onu. 'Fırat' dedim içimden. 


-         Aç mısın? Üstün de çamur zaten hep.
-         Yok değilim sanırım. Hissetmiyorum. Çamur da, ayağım takıldı dün. Düştüm çocuk gibi. Ondan oldu. Sonra vakit mi olmadı ne olduysa temizlenemedim de.
-         Az önce düştün. Hafızanı da mı kaybettin.
-         Gördün mü?
-         Arkadaşlarımla beraberdik. Senin düştüğünü görünce ‘Adama bak düz yolda düştü’ diye bana gösterdiler. Orada seni gördüm, tanıdım. Bana geldiğini anladım. Onların gitmelerine izin verip seni bekledim ben de, konuşabil diye. Konuşamayacağını düşündüm kalabalık içinde.
-         Buraya kadar geldiysem onu da yapardım aslında. Demek o yüzden onca vakit kaybetmeme rağmen seni gördüğüm saatçinin önünden ayrılmamıştın.
-         O yüzden… Acıyor galiba canın, aksıyorsun?
-         Yok acımıyor. Bacağım biraz sıkıntılı, arada aksıyor
-         İyi madem.
-         Belki de ben normal yürüyorumdur. Metin Üstündağ’ın dediği gibi “Ben yürüdükçe dünya biraz aksıyor.”dur belki..
-         ...


                      Konuşmak istemesem de beni konuşturuyordu bir şekilde. Bense her kelimesinin suratına yansıyışını merak ediyordum. Sırf söyleyecekleri o çay bahçesine saklı kalsın diye hiç kullanmak istemesem de "Iyi madem" kalıbını kullandım. Son bir çırpındı ve ardından o da sessizliğe gömüldü. "İyi madem" ! Bunu kafama yazdım. Sevmediğin birini demoralize etmek için harikulade bir kalıp. Ya da yoksa sadece Vedat gibi naif, sırılsıklam aşık adamlar üzerinde mi etkili olan bir kalıptı bu? Denemek lazımdı. Üzerinde kullanabileceğim insanlarla beraber kafama bu kalıbı not ettim.

Edit: Bir tur da çay bahçesi üzerine olacak. Bu bölümün soundtrackleri José González'den Teardrop cover'ı. Of Montreal de paylaşacaktım ama bir sonrakine olsun o. 
Şimdiden dinleyen dinlesin 'Gallery Piece'i. Çay bahçesi yazısı zor olacak. Olumlu yahut Olumsuz bitmesi
 hakkında fikirlerinizi paylaşırsanız sevinirim. 


1.10.2013

A CLAAG

                   Hayır yapılmamış bir şeylerin kalmış olması gerekir tabi. Ama Vedat bulamıyordu. Filmlerde, kitaplarda veyahut ne bileyim dizilerde tüketmişler her yolu. Ferhat, Şirin için dağı boşuna delmiş vakti zamanında diye düşündü. O zamanlar çok daha basit ama yapılmamış şeyler de bulabilirmiş oysa. Ferhat Tarık Akan numarası yapsa, gidip yağlı boyayla yere ‘SENİ SEVİYORUM’ yazıp bir gece boyu yazının başında beklese; Vedat da şimdi, günümüzde Uludağ'ın orta yerine tırnaklarıyla fırt fırt kazıya kazıya delik açıp yeni, orijinal bir şekilde yar gönlüne gidiş yapabilirdi pekala. Ferhat’a ayrı, Şirin’e ayrı küfretti düşündükçe.

                   Geceydi. ‘Yağmur koymuyor da, rüzgarı oldukça sertmiş buraların.’ diye geçirdi içinden. Üşümüştü. Ellerini pardesüsünün ceplerine sokup yumruk haline getirdi. Sigara yakmadan birini beklemeyi beceremeyeceğini sanardı. Üşümemek için ellerini cebinden hiç çıkarmadı o gece. Sigara içmeden bekledi sokaktan geçmesini. Sokak hayvanları bile yoktu ortalıkta. Sadece ayazı romantizme çevirmeye çalışan birkaç çift geçti sokaktan. Onların haricinde iki tane yüz hatları oldukça kemikli, sırf bakışlarıyla dost düşman ayırt etmeyen korku veren adam, bir tane balici, bir tane çöp karıştırıcı, bir tane de selpak satmaya çalışan sokak çocuğu geçti. Sokak çocuğu Vedat’la konuşmaya yeltendi, ağzından çıkacak herhangi bir cümlenin zor topladığı cesaretini kaybettireceğinden korktuğu için muhatap olmadı. İngilizce bir şeyler söyleyip turist olduğuna ikna olmasını ve gitmesini sağladı. Sokakta uğursuzluktan başka bir şeyin olmadığı bu saatte O'nu beklemek o an için aptalca geliyor, fakat oradan ayrıldığı takdirde O'nun binde bir dahi olsa sokaktan geçme ihtimali onu sokağa mıhlıyordu. 
                     

                   O gün yaklaşık akşam 5ten sabah 10a kadar uyumadan bekledi O'nu. Beklemenin bitiş saatini kesinkes bilebiliyordu. Çünkü O'nu sokaktaki saatçinin vitrini önünden geçerken gördü o sabah ilk defa. Bütün saatler özenle 10'u gösteriyordu. Ne bir dakika eksik, ne bir dakika fazla. Koşarak yanına mı gitmeli, yoksa ruh hastası gibi gittiği yolu adım adım geriden mi takip etmeli doğru olan. Bilmiyordu. Nasıl ve neye dayanarak karar verdi bilinmez, koşarak yanına gitmeye karar verdi. Kafasında kurmuş olduğu onlarca hikaye, düzenlediği onlarca plan bir köşede duradursun; bazen başınıza gelen şeylerle değişmek zorunda kalıyor planlarınız, hikayeleriniz. Vedat'ın aklına gelir miydi çamur içinde O'nun karşısına çıkmak? Diz ağrısı yüzünden takım elbisesinin altına spor ayakkabı giydiği için bile efkarlanıyor, sinirinden tüyleri ürperiyordu. Şimdi o takım elbisesi de, spor ayakkabıları da çamur içindeydi. Gece boyu dikilmekten yorulmuş olan bacaklarından soldakisi, omurilik soğanının vermiş olduğu komuta uymadı ve yerde sürüklenerek düşmesine sebep oldu. Soğuk, ıslak gecenin şahidi çamurlu kaldırımlara uzandı yüzükoyun. Cebindeki temiz mendillerden bir tanesini alıp sadece elini ve yüzünü çamurdan arındırdı. Sağ bacağından kuvvet alarak ayağa kalktı ve sol bacağını da elinden geldiğince kontrol etmeye çalışarak O'na doğru hızlı hızlı yürümeye başladı. 

                   Ya zaman geçmemişti ya da kendine saat alma gibi bir planı vardı. Zira onca düşme, yerden kalkıp temizlenme, aksaya aksaya yanına gitme nedeniyle kaybettiği zamana rağmen O, hala saatçinin vitrini önündeydi. Gecenin soğuğunun burnunda bırakmış olabileceği muhtemel sümük izlerini, elindeki çamurlu peçetenin temiz tarafıyla bertaraf etti O’na birkaç adım kalkmışken. Eli yine burnunun ucuna gittiğine göre o anda heyecanlı ve utangaçtı. Bu iki şart altındayken hep aynı şey olurdu: Göz teması kuramaz, sağ elini nutuk atan Demirel eli şekline getirir, minik aralıklarla burnunun ucuna dokunurdu Sesini toplamak için yalandan bir-iki kez öksürdü ve nihayet yanına ulaştı. 


                  Adını söyledi. Dönüp baktı. Vedat, O'nun fotoğraflarına saatlerce, günlerce baktığı için yüzünü ona dönene kadar geçecek zamanda yüzüne dair göreceği her açıdaki her bir detayı an be an, piksel piksel biliyordu. O'nunsa Vedat’ı tanımak için biraz uğraşması gerekecekti. Yine de beklediği kadar fazla uğraşmadı. 'Vedat' dedi, 'Merhaba' diye de ekledi. İçi sıkıldı Vedat’ın. Neden sapığa bakar gibi, acır gibi, iğrenir gibi bakmıştı ki şimdi? Üstü başı çamur içinde, bir koca gece sokak bekçiliği yapmış, haber dahi vermeden bambaşka bir ilden kalkıp gelmiş bir adama normal gözle baksın istemek de nasıl bir bencillik? Ne yapacaktı, boynuna mı atlayacaktı sanki. Ama yok; moral, bozulmaya yer aramayagörsün hele. Olması gerekeni değil, gönlünden geçeni olsun istiyor her şartta, her durumda. Vedat da zeytinyağı misali üste çıkıp kendi ahval ve şeraitine bakmadan yadırgadı Çimen’i. Evet adı Çimen’di ve bu isim Vedat’a göre yerküre üstünde sahip olunabilecek en güzel isimdi. Vedat, Çimen’in haberi olsun olmasın ufak da olsa gönül koydu. Bir iki dakika içinde geri almak üzere…

                  - Ayakkabılarım için kusuruma bakma. Bacağım acıyor diğer türlü, bunları giymek zorundayım ne giyersem giyeyim. Üstüm de çamur, üstümün de kusuruna bakma. Bacağım yine müsebbibi. Taşıyamadı heyecanımı soldakisi, yürümek için ne yapılması gerektiğini unuttu. Heyecanlandım, yanlış birşey demem umarım. Dersem de kusuruma bakma. Bitmedi görmezden gelmeni istediğim kusurlar. Bu sondu ama. Seni gördüm ya kalbim hızlandı. İnanmazsın onu da na şuncacık bez yönetiyor. O bez salgılar üretiyor. Üretsin, vazifesi oysa üretsin tabi ama sırf seni gördüm diye o bez niye kendinden geçercesine, bu denli hızlı çalışıyor ki. Millet gönlüne hoş geleni henüz üç yaşındaki kardeşinden kıskanır ben böbreklerimin üzerinde adrenalin salgılayan bezlerden kıskanıyorum. Sinirleniyorum da, karışmasa keşke işime. Ben istiyorum ki zaman yavaşlasın, yılda bir kırpayım gözümü de kaçırmayayım bir anını gül cemalinin. Ama o, heyecandan elimi ayağımı bir ediyor. Tabiri caizse kendi sahamdaki maçta deplasman havası yaşatıyor bana kendi taraftarım. Anla nasıl zor, cümle kurması düşüncelerini belli belirsiz duyabiliyorken. Ben geldim, seni görmeye geldim. İnsanların ölmeden önce görülmesi gereken yerleri, görülmesi gereken şeyleri listeleyip bastığı onlarca kitabın olduğu ve bu kitapların dediği şeylere riayet eden milyonlarca insanın olduğu şu döneme inat görmek istediğim bir sen vardın. Gördüm çok şükür. Yine de 'Ölsem de gözüm açık gitmem' diyemiyorum. Giderim illaki. Çünkü benim konuşmam lazım sana. Biliyorum dışarı çıkmışsın. Dışarı çıkan insanın işi olur. Gel hayat memat meselesi değilse şu işin, benimle otur bugün, konuşalım. Çok konuştum, sana söz bırakmamacasına konuştum. İki kelime dışında ses tellerini titretişini duyamadım. Sen titret ben hayran hayran odaklanayım çekicime örsüme üzengime. Ben planladım da geldim kafamda binlerce şey, bir senin benle konuşmayacağını planlamadım. Şu anda istesen meydan dayağı attırırsın bana ama ben hissettim senin de dinlemek istediğini. Umarım çalışmadığım yerden vermezsin cevabını. Ben müspet muhabbete çalıştım durdum.


                 Çimen, elini kaldırdı ve Vedat’ın sol omzunun üzerinden birisine gidin dercesine bir işaret yaptı. Buluştuğu, adını andığı andan beri ilk defa bakışlarını Çimen’in bakışlarından çekip sol omzunun üzerinden geriye çevirdi. Kendilerine doğru bakan grubu gördü. Üç kız, bir de erkek vardı. Erkek gelip yüzyılın dayağını atmadığına göre Çimen’in sevgilisi değildi. O’nun bir el hareketiyle geri döndüler ve aralarında kahkahalar atarak uzaklaşmaya başladılar. Çimen ‘Gidebiliriz’ dedi. Vedat arkadaşlarının yanında küçük düşürmediğini umduğunu ama düşürdüyse özür dilediğini söyledi.

                 Gidebiliriz şeklinde sese dönüşen kabul belirteci ile şehrin yerlisi sayılabilecek olan Çimen arkasını dönüp kafasında belirlemiş olduğu yere doğru bir yürüyüş başlattı. Vedat, hemen arkasından burnunu yaklaştırdı ve bir saniye öncesinde O’nun durduğu yerdeki havayı bütünüyle içine çekti. Vedat parfüm kullanırdı ama buna rağmen parfümden anlıyor denilemezdi kendisi için. İçine çekmiş olduğu havanın burnundan çekmiş olduğu kısmı gözlerini yaşarttı. Jean Baptiste Grenouille’in bilmeden elinden kaçırdığı koku uğruna döktüğü o hayranlık gözyaşlarının benzerleri göz pınarlarını zorluyordu. Yaklaşık beş dakika önce yanlışlıkla düştüğüne benzer bir şekilde ama bu sefer bilinci yerinde olarak dizlerinin üzerine kapaklanmak üzereydi ki gözlerini açtı ve düşmekten kurtuldu.

                 Konuşkan biri olmamasına rağmen yapmış olduğu uzun ve essiz girizgah için kendiyle gurur duydu. Sessizlikten keyif almasına rağmen şimdi yürüyüş esnasında yaşadıkları sessizlikten kurtulmak için açtı ağzını, yummadı gözünü –bir kez daha düşmemek için:
-         Kızdın mı bana?
-         Ne için?
-         Geldiğim için. Sen gel demeden. Habersiz. Pis gibi, sapık gibi..
-         Bilmiyorum.
-         Ben de bilmiyorum.
-         Sen neyi bilmiyorsun?
-         Nasıl gelebildiğimi..
-        
-        


               Çimen, giymiş olduğu kırmızı kabanı sayesinde yoldan geçmekte olanların ilgilerini, yanındaki berduşa uğramasına fırsat vermeden kendi üzerine çekiyordu. Vedat biraz sıkıldı bu duruma. Futbol takımı söz konusu olduğunda milyonlarca insan onun takımını tutsun, en güzel takım olduğuna inansın isteyen erkekler, iş kadına gelince sevdikleri kadının güzelliğini bir kendileri bilsin, bir kendileri fark etsin isteyebiliyor. Düpedüz kıskançlık ve tutarsızlık. Vedat, Çimen'i son gördüğünde Çimen hafiften boynu önde, biraz kamburca yürüyordu. Şimdi değişmişti. Ya artık güzelliğinin farkına varmıştı ya da hep farkında olduğu güzelliğini ona unutturacak, onu aşağılık hissettirecek kimseden kurtulmuştu. Konuşmanın ‘Sapık vaaaaar!’la bitmemesi ve şu anda hala devam etmesinin verdiği mutlulukla karışık gurur sayesinde aksayan bacağına inat o da dimdik yürümeye başladı. Nicedir yapmacık halini dahi zor yaptığı şey de o an Vedat farkında olmadan gerçekleşmekteydi: Vedat minicik de olsa gülümsüyordu.
-         Aç mısın? Üstün de çamur zaten hep.
-         Yok değilim sanırım. Hissetmiyorum. Çamur da, ayağım takıldı dün. Düştüm çocuk gibi. Ondan oldu. Sonra vakit mi olmadı ne olduysa temizlenemedim de.
-         Az önce düştün. Hafızanı da mı kaybettin.
-         Gördün mü?
-         Arkadaşlarımla beraberdik. Senin düştüğünü görünce ‘Adama bak düz yolda düştü’ diye bana gösterdiler. Orada seni gördüm, tanıdım. Bana geldiğini anladım. Onların gitmelerine izin verip seni bekledim ben de, konuşabil diye. Konuşamayacağını düşündüm kalabalık içinde.
-         Buraya kadar geldiysem onu da yapardım aslında. Demek o yüzden onca vakit kaybetmeme rağmen seni gördüğüm saatçinin önünden ayrılmamıştın.
-         O yüzden… Acıyor galiba canın, aksıyorsun?
-         Yok acımıyor. Bacağım biraz sıkıntılı, arada aksıyor
-         İyi madem.
-         Belki de ben normal yürüyorumdur. Metin Üstündağ’ın dediği gibi “Ben yürüdükçe dünya biraz aksıyor.”dur belki..
-         ...
                 
                ‘İyi madem’ ! Bunu kafasına yazmıştı. Çok güzel demoralize edici bir cümle diyerek üzerinde kullanmayı düşündüğü insanlarla beraber kafasının bir köşesine not etti.

               …


                Edit: Soundtrack Nirvana ve Florence and The Machine'den. Devam etmesi lazım gelen ve değişik versiyonları da olacak bir yazı.. (Beğeniye, tepkinize bağlı..)







28.09.2013

Ne İnkar Ne İtiraz Bu Yalnızca Spam

Adam adama oturmuş içiyorduk. Yakın zaman içinde Oktay'la başlayacak olan evlilik kervanı, ileride ayrılacağımızı, şimdi çok da ahım şahım keyif almadığımız bu 'Adam adama oturup içme'yi yana yakıla arayacağımızı hissettiriyordu. Herkes derin bir sessizlik içindeydi. Ben de öyle.. Ben zaten içerken fazla konuşmam ama o gece susma nedenim farklıydı. Olaylara bakış açısı konusunda hep kendimi benzettiğim Oktay'ı düşünmekten susuyordum bu sefer. Bu evlenip gidecek olan Oktay'da kendimi eni konu arıyor fakat bir türlü bulamıyordum. Neden sonra sanki o sessizlikler hiç olmamış gibi sohbet canlandı. Oktay bendeki farklı sessizliği fark etmiş olacak ki sıfatını bana çevirdi ve elinde tuttuğu kumandayı Fashion TV Midnite Haute programında arz-ı endam eyleyen hanım kıza doğru sallayarak 'Bunu siker misin?' diye sordu. Şaşkın şaşkın baktım. 'Komple bunu mu? Kolu bacağı tam, zührevi hastalığı yok, yarası yok yani o şekilde mi?' dedim. Zira Oktay bu klasikleşen farzedelim 'Soru-Cevap' oyunu esnasında dünyalar güzeli kızları gösterir ve bunun bacağı olmasa, ya da bunun şuralarına kezzap atılmış olsa vs gibi ek koşullar dahilinde gösterdiği kadınla beraber olup olmayacağımızı sorardı. Bir an mallayıp 'Yok la...' dedim. Çakıl, Emin, Semih falan hep güldüler. Oktay ciddiydi. 'Aferin. Sikin de bir onuru var. Beğenmediysen yapmayacaksın. Hep kızların mı kriterleri olacak? Senin de olmalı.' diyip sırtıma vurdu. O sırada Çakıl atıldı: 'Şimdi bu kız bu evde olsa, sana meyletse elini sürmezsin yani he mi?' diye sordu. 'He.' dedim. Çok içten, ağız dolusu bir siktir çekti. Semih ise 'Yılan gibi manita da! Nesini beğenmedin?' dedi. Saydım. Eli, ayağı, kolu, bacağı, orası, burası, hem benim gönlüm de kıpraşık güpgüzel bir kıza... Semih'le Çakıl yine ağız dolusu siktir çektiler. Emin her zamanki gibi Ice Tea'sinden bir yudum alarak kafaları taşşak olmuş adamların muhabbetiyle eğleniyordu.

Sırf genel kültür olsun diye izliyoruz.
Hemen her evde toplanışımızda yaptığımız gibi yine Fashion TV'nin esiri olmuş, 'Ooo yılana bak!', 'Vay yılan gibi kıvrılıyor!' diye mankenlerin hemen hepsini övüyorduk. İleri teknoloji sağ olsun, çok beğendiklerimizi durdurup başa sararak yeniden izliyorduk. Kumanda kontrolü Emin'de olduğu için hızlı ileri geri sarmaları, kumandanın bilimum tuşlarıyla oynamaları yüzünden 1 bira içip 2 bira hissediyorduk. Tam yeniden sesimiz soluğumuz çıkmaya başlarken benim muhabbet açıcı soruya muhabbet söndürücü cevap vermem bizi yeniden sessizliğe gömmüştü.

Sessizlik Semih'in 'Ya senin şu anlatmalara doymadığın kız? A bunlardan daha mı güzel da? Yok mu elinde ayağında kusuru?' sorusuyla bozuldu. Tek tek saydım kusurlarını, ayağının şurası, omzunun burası, sağ el işaret parmağının şurası, öndeki iki dişinden soldakinin şurası şeklinde.. 'E bildiğin ampute lan bu kız!' dedi Emin. Bakışlarımla anlaşabildiğim yegane insan olduğu için kendisine bakışlarımla çok ağır küfrettim. Karşılık veremedi. Semih ise alkolün ve Karadenizliliğin verdiği coşku ile 'Kalkın gidelim oğlum kız neredeyse' diye bir öneride bulundu. Uzatmanın lüzumu yok, kalktık. Yola çıktık.

İstikametimiz yarımada, yolumuz tahminen 5 saatti. Alkol aldığımız her zaman olduğu gibi yine içimizde tek içmeyen kişi olan Emin direksiyona geçti. Oktay'ın sponsorluğunda tam gaz yare gitmeye başladık. Üçüncü saatin sonunda verdiğimiz molada hepimiz pisuvarlara hücum ederken Emin, milli içeceği Ice Tea Şeftali depoluyordu. Pisuvarlardaki işimiz bittiğinde kayıntımızı alsın diye benzinliğin marketinden kek bisküvi almaya karar verdik. Bu ikram servisinin sponsorluğunu ise ben üstlendim.

Diyar Pala-Pompalamasyon
Kasada aldıklarımızın günahını ödemeyi beklerken Semih yanıma gelilp şunu da al la diyerek elime bir kutu prezervatif tutuşturdu. Kendisine kızarak, bu gibi ihtiyaçlarını başka zaman almasını rica ettim. Oysa Semih elinde tutmakta olduğu kutuyu benim için almış, lazım olur diye yanımda bulundurmamı istiyormuş. Ben ufak çaplı sinir krizi geçirip sevdamın nitelik ve niceliklerini İbrahim Erkal, Müslüm Gürses, Ferdi Tayfur gibi sanatçıların şarkılarıyla anlatmaya kalkıyordum ki Oktay Semih'in kulağına şakasal bazda vurup ensesinden tutarak yanımdan uzaklaştırdı. Krizimi atlattıktan sonra kasiyere yakınlarda bira alabileceğimiz bir yer olup olmadığını sorduktan sonra hesabı ödedim ve tekrardan duble yollar kullanarak yarimin yurduna doğru yola çıkmak için arabadaki yerimi aldım..

(Bu bölümün soundtrack'i ise  Peter Björn and John'dan)